Günün aynı saatlerinde aynı işleri yapmaya alıştıysanız bu hayatla artık alıp verecek çok bir şeyiniz kalmamış demektir.
Ömrümün bu aşamasına geldiğimi artık kabullenmek zorundayım. Ben her ne kadar aynı saatte uyanıp aynı saatte uyumamı insanın doğasına bağlasam da aslında sebep hayatımın monotonlaşması. Sabahları yetişmem gereken bir yer yok uzun zamandır. Geceleri uykum kaçmıyor. Neden kaçsın ki? Gün içinde hep aynı şeyleri yaşıyorum, bu yaşadıklarım beni hiç şaşırtmıyor. Akşam başımı yastığa koyduğumda aklıma gelen bir şey olmuyor haliyle. Sonraki gün neler yapacağımı, kimle ne konuşacağımı, ne yeyip ne içeceğimi dahi biliyor oluyorum. İnsan ya düşünmek istemediği şeyler varsa susturur beynini ya da benim gibi artık düşünecek bir şeyi kalmadığında. Sessiz bir beyinle ise dilini bilmediği bir şehre gönderilmiş bir çocuk gibi oluyorsunuz. Refik Halid’in hikayesindeki gibi. Neydi sahi o hikayenin adı? Hatırladım evet, Eskici.
Eskiden kitaplarla aram iyiydi. Ama artık ilgimi çekmiyorlar. Gazeteler daha cazip gelmeye başladı bir yaştan sonra. Sanırım kendimi yaşıyor hissetmeme yardım ettikleri için. Gazetelerde başka insanların başına gelen şeyleri okumak kalabalık hissettiriyor bana. O yüzden her gün düzenli gazete okuyorum. Hem de farklı görüşlerde yazılar yazan en az üç gazeteyi, baştan sona, satır satır.
Durun size günümün nasıl geçtiğini anlatayım, madem laf buralara geldi. Efendim, bendeniz sabahları saat dokuz dedi miydi uyanırım. Sabah güneşi vuran ferah bir yatak odam vardır. En çok beyaz nevresim kullanmayı severim. Odamın perdeleri de beyazdır. Gözlerimi açtığımda güneşli ışıl ışıl bir gün görmek isterim. Havanın kaç derece olduğunu önemsemem, yeter ki güneş olsun. Güneşi görmediğim günlerde ise bir sonraki güneşli güne kadar hep bir bekleyiş halinde ve gergin olurum. Bu yüzden sonbahar ve kış mevsimlerini hiç sevmem, uzun yaz günleri ise favorimdir.
Elimden geldiğince her gün temiz, ütülü bir beyaz gömlek giymeye çalışırım. Mevsime göre üstüne belki bir yelek, veyahut hırka. kasabalılar giyim kuşamıma özen göstermemi abartılı buluyorlar. söylemeye çekinseler de ben hissediyorum. Benim yaşımda biri için her gün beyaz gömlek giymeyi külfet olarak görüyorlar sanırım. Halbuki ben sırf kendime oyalanacak iş çıkarmış olmak için her pazar bu gömlekleri zevkle yıkar, kurutur ve ütülerim.
Kahvaltım hep çok sadedir. Çaysız asla yapamam ama sabahları çok fazla şey yiyemiyorum. Bir dilim ekmeğe zeytin- peynir katık eder, iyisi varsa biraz da tereyağı yerim. Bu yaşta kendimi bu kadar sağlıklı hissetmemin sebebi yediklerime dikkat etmemdir. Bizim Rüstem Usta gibi her öğünde bir leğen yemeği mideye indirdiğimi unutup hastane hastane gezerek dertlerime deva arayacak kadar cahil değilim. Şükür.
Günün kalanda ne yapacağım havanın durumuna göre değişir. Güneşli günlerde dizlerim izin verirse kasabayı bir baştan bir başa yürürüm. Ama bazen diz kapaklarım kopacak gibi olur, bacaklarım sanki benim değilmiş gibi güçsüzleşirler. Böyle günlerde en yakın parka gider, hem gelen gideni seyreder hem de gazetemi okurum. Yok eğer hava kötüyse mecburen mahallenin girişindeki Dostlar Kıraathanesi’ne giderim. Sağolsun kasabalılar bana hep hürmetle yaklaşırlar, ben varken kıraathane efradının laubalilikten kaçındıklarını hissederim. Bu hürmet karşısında mutevazi bir tavır takınmaya çalışırım.
Ama bazen içimde bir yerlerde kibirlenen bir başka adam varmış gibi gelir. Sanki dile gelse ‘’ben sizden daha zeki, daha becerikli bir adamım, bana böyle davranmak zorundasınız’’ diyecektir. Bu kötü yanımı baskılamak için elimden gelin yapıyorum. Bütün kutsal kitaplarda kibrin bu kadar lanetlenmiş olmasının sebebini böyle zamanlarda daha iyi anlarım. Kibir de içki gibi, zina gibi kişinin kendi nefsine karşı savaşmasını gerektiren bir günahtır. İnsan hürmet gördükçe kibre girme tehlikesi çoğalıyor. Ben böyle zamanlarda başımı eğip kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyorum. içimde olmasından utandığım bu pis duyguyu bir başka adem gözlerimden görürse çok mahcup olurum inanın.
İkindiyle akşam arası ise bir başka hüzün gelir bana. Çocuklar okullarından dönerler bu saatlerde, memurlar işlerinden. Esnaf yavaş yavaş toparlanmaya başlar. Hanımlar akşam yemeğini hızlandırırlar evlerinin yağ kokan mutfaklarında. Ben de bazen 8 yaşıma dönüveririm. Okuldan çıkmışım da üstüm başım toz toprak eve gelmişim gibi. Annemin kızarttığı patatesin kokusu bütün apartmana yayılmış gibi. Birazdan haberler başlamadan önceki çizgi film kuşağını izlerken ekmek arası patates kızartması ve beyaz peynir yiyecekmişim gibi. Hüzünlü şeylerdir bunlar. Ama insanın çocukluğunu hatırlaması öldürücü bir hüzne sebep olmaz. Çünkü etrafımdaki bütün yetişkinlerin çocukluğu artık çok geride kalmıştır. Bu hüzün evrenseldir ve bunu bilmek sizi biraz olsun teselli eder.
Bu saatlerde esas zor olan ise bugünü düşünmektir. İçinde olduğum yalnızlığı hissetmektir. Çünkü o bir bana aittir. Eve girdiğimde beni kızarmış patates yerine yıllanmış eşyalarımın tozlu kokusunun beklediğini bilmektir zor olan.
İşte akşam vakti yaklaşırken, güneş batmaya yakın içimde oluşan ve giderek büyüyen bu yalnızlık kuyusuna düşmekten çok korkarım. Biraz üstüne gitsem o kör kuyunun beni içine çekeceğini, sonu görünmeyen karanlığında şu an hissettiğim bütün sıkışık duyguların nihayete ereceğini hissederim. Kuyunun dibi belki şimdiden daha ferah olmayacaktır ama bir şeylerin değişeceği muhakkaktır. Bunları düşündükçe o kör, karanlık, sonsuz boşluğa düşmek için duyduğum merak içimde büyür; öyle büyür ki bir şeye bu kadar heves etmenin hayra vesile olmayacağını hissetmeye başlarım. Bu sefer de hissettiğim bu ikinci duyguyu kurcalar ve kendime kuyunun dibinin asla merak edilmemesi gereken ve bir gün nasılsa bütün sırlarını öğreneceğim bir yer olduğunu söylerim. Sonrasında bir ferahlama gelir. İman etmek her zaman ruhu genişleten bir şeydir.
Kıraathanedekiler ufak ufak hareketlenmeye başladıklarında ben de gazetelerimi koltuğumun altına sıkıştırır, etrafa selam vererek dışarı çıkarım. Akşam için yemek yapmak bazen zor gelir. Ama yaptım mı da güzel yemek yaparım. Mevsimiyse patlıcandan bir güzel oturtma yaparım ki mesela parmaklarınızı yersiniz. Yanımda olsanız yerdiniz. En kolay yemeğimse kıymalı yumurtadır. Kıymayı soğanla kavurup üstüne iki yumurta kırarım. Ocaktan almadan hemen önce de bir tutam maydanoz serpiştirdim mi o da pek güzel olur.
Akşam yemeğimi genelde televizyonda haberleri seyrederken yemeyi severim. Gün içinde gazetede okuduklarımı bir de haber spikerlerinden dinlerim. Herkes kendi inandığı gibi anlatıyor artık her şeyi. Birinin ak dediğine diğeri kara diyor, bir taraf kusursuz bir tablo sunarken diğer taraf da ciğerinizi deşiyor bulduğu gerçeklerle. Ben böyle şeyler üzerine çok düşünmeyi sevmem. Yaşım gereği sanırım, dahil olmaya ne kadar çabalasam da içimde dolmayan bir boşluk var, artık ben öldükten sonra da yaşanmaya devam edeceğini bildiğim şeyler için bir heyecan duyamıyorum.
Yemeğimi bitirip mutfağa tabakları geri götürdüğümde içime bir ferahlık gelir. Karnı tok olunca insan hep güzel şeyler düşünüyor sanırım. Bulaşıkları sudan geçirip geçen yıl aldığım makinaya dizerim. Bu sırada bir de çay demlerim kendime. Günlük sigara saatim artık gelmiştir. Yıllardır o kadar yarenlik ettiğim sigaramla şimdilerde günde sadece bir sefer buluşuyorum. O da böyle akşam yemeği üstüne keyif çayımı içerken.
Demlenen çayı bardağıma doldurup mutfağın ufacık balkonuna çıktığımda gece treninin yorgun düdüğü duyulur gar tarafından. Bu ufacık Anadolu kasabasına tren hep günün bu saatinde uğrar. Bense kendine hayrı kalmamış bu trenin, ömrünün sonuna yaklaşmış gibi nefes nefese çıkardığı sesleri bana özel verilmiş bir selam gibi kabul eder; bir elimde çay bardağı, bir elimde sigara mutfak balkonundaki plastik sandalyede otururken her akşam kasabamıza gelen trene ben de selam veririm içimden.
Ben artık ömrümün kalan günlerini bu unutulmuş kasabada, birbirinden farksız şekilde yaşayacağım. Yaşlı, yorgun, gidecek takati kalmamış bir tren gibi isteksiz ama mecburen yaşayacağım. Hatta bazen yaşıyor olmamın imanıyla mutlu bile olacağım. Özellikle güneşli günlerde. Lütfen bana acımayın sevgili okur.
Bir Cevap Yazın