İÇİNDEN ŞEHİRLER GEÇEN KİTAPLAR

Avrupa’da görmek istediğim ilk şehir Budapeşte’ydi. Lise yıllarında okuduğum bir romandan sonra karar vermiştim buna; Elizabeth Kostova’nın Tarihçi’si. Benim için oldukça sembolik bir kitap adı ve şehir ikilisi; zira bir şekilde denk geldi ve Avrupa’da olmasa da Avrupa Birliği’nde gördüğüm ilk şehir Budapeşte oldu.

Tarihçi’yi okuyuşumun üstünden belki 15 yıl geçti, ama ben hala nehrin karşısındaki Buda’yı tarif edişini içimde hissediyorum. Evet, hissetmek. Hatırlamak değil çünkü tek bir cümle hatırlamıyorum romandan, karakterlerin adını bilmiyorum, tam olarak ne oluyordu bilmiyorum. Bildiğim tek şey, Peşte’den Buda’ya bakışı tarif eden o his. Edebiyatın tüm büyüsünü sonuna kadar kullanmak işte tam da böyle bir his yaratmak için olsa gerek; siz bir kitap yazıyorsunuz, yüzlerce yıl yüzlerce insanın okumaya devam etme ihtimalini göze alarak bir kitap yazıyorsunuz ve o kitabı okuyan her insan kitaplar sizin öngöremediğiniz başka bir bağ kuruyor; kimi ana karakteri kazıyor aklına, kimi bir diyalogu, kimi her şeyi tamamen unutup bir köşeye fırlatıyor kimi de anlattığınız şehre daha görmeden aşık oluyor; büyü.

Yazmanın o öngörülemez kuvvetini içinde saklayan büyü…

Yıllar içinde düşünüyorum, birçok kitapla aramda bu şehir tasvirleri yüzünden ayrı bir bağ kurmuşum. Ahmet Altan’ın En Uzun Gece romanı mesela, sanıyorum ortaokuldaydım ve konusuna dair çok az şey anımsıyorum. Ama bu kitabı aklımdan geçirerek gözlerimi kapattığımda aklımda Mardin’de bir akşam vakti eski taş evlerin ışıklarının yandığı bir şehir görüntüsü beliriyor. Mardin’i henüz görmedim, ama o manzarayı tüm gerçekliğiyle hissedebilmemin tek sorumlusu “edebiyat”.

Bu şekilde aklıma kazınan içinden kitaplar geçen şehirleri saymaya kalksam liste muhakkak

hayli uzun olur. Lakin laf Mardin’e gelmişken, çok da uzaklaşmadan, sırtımızı şehre dönüp karşıya, sınıra baktığımız bir öykü hatırlıyorum Murathan Mungan’dan. Hangi kitabının neresinde geçtiğini bile söylemem çok zor, açıp baksam bulamam; öyle ki beni bir tek Murathan Mungan anlar sanırım bu konuda. Ama o kadar net ki o sahne. Yine bir Mardin gecesi, Güneydoğunun o kanı dinmeyen sınırlarından karşıya, komşuya, şimdi evlerinde ışıkların yanmadığı, silahlarla aydınlatan Suriye’ye bakıyorsunuz. Muazzam bir tarifti, ben de hissettirdiği şey o kadar kuvvetli ki açıp bulmaktan korkuyorum o cümleleri, öyle muazzam.

Dedim ya, kitaplar yazarla okur arasında işte böyle birebir bir ilişki kuruyor aslında. Bu bağı kurcalamasını okumayı en sevdiğim isim de Orhan Pamuk’tur, özellikle Saf ve Düşünceli Romancı kitabında yazının hem okur hem yazar için büyüsünü öyle güzel kurcalar ki insanın zihninde hava-i fişekler patlatır. Ama bu yazının başlığını da düşününe Orhan Pamuk’tan bahsedeceksek Kar romanını anmamak büyük ahmaklık olur. Çünkü bizi yine evimizdeki kanepeden alıp başka bir şehre -Kars’a- götüren ve bir kere okuduysanız şehri artık romanın gözünden görmemeyi imkansız kılan etkileyicilikte bir romandır. Öyle ki roman boyunca şehir gözünüzün önünde ağır ağır, sessizce karla kaplanır. ve size de yazar gibi tüm bunlar şiir olsaydı adı karın sessizliği olurdu demek düşer.

Yolu edebiyattan geçen tüm şehirlere selam olsun.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: