Bu hafta elim klavyeye gitmedi bir türlü. Sabahın yedisinde Ankara’dan yola çıkmayla başlayan bir pazartesi, kalan son birkaç gram enerjimi ev toplamaya mı siteye yazı yazmaya mı harcasam diye düşünürken kalk dedim Burcu, kendine söz verdin, yazıyı yaz, ev bir yere kaçmıyor yine toplarsın.
Oturdum bilgisayarın başına, başta ne yazacağım kafamda oluşmadıysa panik oluyordum. Artık olmuyorum, ben böyle kendimce giriş yapıyorum, sonra bir bakıyorum devamı gelmiş. Nitekim bu yazı da öyle oldu, iki dakika önce çantamı yerleştirirken günlerdir elimde sürünen kitabı görüp burun kıvırınca tamam dedim, bu hafta sevmediğimiz kitaplardan bahsedelim.
Benim gibi az buçuk kendini okur olarak tanımlayabilenler için kitap okumak bir boş zaman aktivitesi değildir, yaşamın doğal rutinine karışmış, olmazsa olmaz bir faaliyettir. Öyle olunca okuduğunuz kitap keyif vermese de ite kaka bitirmek gibi bir zorunluluk hissediyorsunuz nedense. Yıllarca bu hisle boğuştum durdum, bazen öyle kitaplara denk geldim ki fakültede 3.sınıfta pediatrik rehabilitasyon dersinin finaline çalışır gibi başına oturup mesai harcamam gerekti kitabı bitirmem için.
Yıllar geçti, iş güç, hayat yoğunlaştı. Bu huyumdan vazgeçtim, artık öyle inatlaşmıyorum kitaplarla. Sevmediysem kaldırıp kenara koyuyorum. Kendimi de kitabı da yıpratmıyorum. Eğer yazarına güveniyorsam zamanı gelmemiş belli ki diyorum, yok yazarı hiç okumamışsam yollarımızı ayırıp herkes her yazarın dünyasından keyif alamaz sonuçta diyerek vicdanımı rahatlatıyorum.
Ama son yıllarda sosyal medyada kitaplarla ilgili yürüttüğüm hesap vesilesiyle edindiğim küçük okur çevreleri sebebiyle bu sevmediğim kitaplar konusunda kendimden şüpheye düştüğüm oluyor. Kitapların da belli modaları, akımları, popüleriteleri var artık sanırım. Bir anda bir bakıyoruz tüm hesaplar aynı yazarı okuyor, herkes aynı kitapla pozlar veriyor, genelde çok beğeniliyor ve hep birlikte ölüp hep birlikte diriliniyor o kitap için. Öyle iyi, öyle güzelmiş çünkü o kitaplar.
Yok. Bana olmuyor. Bazı yazarları defalarca denedim, her öyküde başka bir aşk acısını sündüren kadın yazarlara (bkz Melisa K.) herkes öldü bitti, ben zerre hazzetmedim. Aşkı dile düşürmek falan bir yana yahu biz senin her ilişkinin ardından yaşadığın hayal kırıklığını neden okuyalım diye isyan ediyorum o erkeklere sövmeli öyküler arasında. Sonra yeraltı edebiyatını yücelten, intihar etmek üzereymiş gibi davranan, her sayfada onlarca cümle aforizma parçalayan yazarlar (bkz Hakan G.). Onlarca kitabı döndü döndü okundu, denemedim mi denedim. Ama ruhum daraldı, içim sıkıldı, ne anlattığını geçtim nasıl anlattığı o kadar huzursuz etti ki adını görünce yüzümü buruşturuyorum artık bazı kitaplarda.
Şimdi de mesela bir dönemin ellerden düşmeyen, kızlara Ada erkeklerle Tuna ismini koyma sebebi olacak kadar içselleştirilmiş bir kitabını, Kumral Ada Mavi Tuna’yı okuyorum. Ama nasıl okumak. Yazarla dövüşe dövüşe. Her iki sayfada bir Ada’nın ve Aras’ın ne kadar hırslı ve uyumlu karakter olduklarını okuyoruz, sinirleniyorum. Her iki sayfada bir Tuna’nın dövüşmeyi sevmeyen uslu çocuk olduğunu okuyoruz, sinirleniyorum. Her iki sayfada bir karakterlerin çocukluklarındaki aile hayatlarının detaylarını okuyoruz, sinirleniyorum.
Dönüp Dönüp aynı şeyleri, bir daha bir daha okuyoruz, bir daha bir daha sinirleniyorum. Öyle ki artık okurun zekasıyla dalga geçildiğini düşünecek kadar bileniyorum kitaba ve yazara. Bir yandan yahu kaç yaşında hanımefendi olmaz olur bir yerden bu yazıyı görür gönlü kırılır hadsiz misin Burcu sen sana mı kaldı böyle isimlere eleştiri döşenmek diyorum ama bir yandan da ben gerizekalı mıyım bana bunları bu kadar sık ve detaylı anlatmasına ne gerek var diyorum. Sinirim geçmiyor.
Bugün kitabı elimde gören bir iş arkadaşımla bu konuda tam da şöyle bir mevzu konuşuldu aramızda; edebiyat okura düşünmesini istediğimiz her şeyi paketlerinden tek tek çıkararak vermek midir? Yazar tüm bu kişisel detayları betimlemekten çıkıp sıklıkla tekrar etmek ve okura anladın değil mi sana düşündürmeyi istediğim şekilde düşünüyorsun değil mi demeli midir? Bunun ne kadarı edebiyattır ve hepsinden öte okur bu kadar aptal mıdır?
Değildir efendim. Okur hiç aptal değildir. Boşlukları kendi doldurmayı, kendi hayal gücünü kullanmayı, metnin içinde detayları aramayı sever okur. İyi edebiyat zaten okura bu fırsatı sunmalıdır. Yazar bütün boşlukları resim çizer gibi belirgin çizgilerle doldurursa okur sadece yazarın aklındaki metni okur. Halbuki iyi edebiyat bizi metinle baş başa bıraktığı için iyidir. Öyle ki bazen okuduğumuz kitabın bir yazarı olduğunu dahi unuturuz. Kitapla kurduğumuz bağ biricikleşir. Sanki zaten hafızamızda olan bir hikayeyi hatırlamaya çalışır gibi okuruz ve bu his bize kendimizi metne dahil hissettirir.
Dİğer türlü, yazarın düşünmemizi istediği dayatmalarıyla yönlendirilmiş bir metin ucuz televizyon dizileri gibi sonunu çoktan bildiğimiz zengin kız fakir oğlan hikayelerinden öteye gitmiyor ne yazık ki.
O yüzden işte, siz efendim kurgusu keyifli lakin uslubu tekrara düşen bazı kitapları benim gibi otuzlu yaşlarınıza bırakmayın. Şöyle lise yıllarında, okuyunca hülyalara dalacağınız yaşlarda bu eserlerle işlerinizi halledin.
Gerisi iyilik güzellik ve iyi isyan ettin ama inşallah başına bir iş gelmez telaşı.
vesselam.
Bir Cevap Yazın