Saat sabahın beşi. Saraybosna’dayız. Çantalarımız hazır, resepsiyondakilere bize bir taksi çağırmalarını söylemişiz, ayılmaya çalışıyoruz. Buz gibi bir Aralık sabahında sigara kokan yataklı odamızı boşaltıp Saraybosna otogarına doğru yola çıkıyoruz. Bütün mesafeler az çok ayarlanmış, cebimizde taksiye yetecek kadar Bosna parası var, saat sabahın beşi demiş miydim? Demişim.
Balkanlar bir garip coğrafya, bizdeki gibi öyle ışıl ışıl otogarlar, yedi yirmidört açık büfeler yok. Karanlık, ıssız, insansız, soğuk. Böyle söyleyince içi ürperiyor insanın ama güneş doğunca her şey normale dönecek, biliyoruz. Otogarda kalan paralarımızı euroya çevirmemiz lazım çünkü sırbistanda hiçbir işimize yaramayacak bu Bosna paraları. Otobüsü beklerken oradaki üçbeş taksiciye yanaşıyorum. Benim İngilizcem yarım, onlarınki çeyrek bir şekilde anlaşıp bizim paraları euroya çeviriyorum. Onlarca kez hissettiğim o kesin kazıklanacağım hissi bir kere daha yokluyor ama yok, kuru kuruna parayı alıp cüzdanıma koyuyorum. Yine boşuna korktuk.
Otobüs yola çıkıyor. Ben pek anlamam ama yeni olmadığı belli. Böyle sanki iki ülke arasında neredeyse on saat gidecekmiş gibi değil Bolu otogardan Düzce’ye gidecekmiş gibi alelade. Bol bismillah eşliğinde biniyoruz. Saraybosna’da kar yok ama balkanlar ve aralık ayı bir arada olunca yolda bizi nelerin bekliyor olabileceği konusunda bol adrenalinli tahminlerim var. Düşündükçe besmelelerin tonu yükseliyor, o Bolu otobüsündeki yaşlı babaanneyim o an.
Sırbistan’a, seyahatimizin ikinci şehri olan Belgrad’a gidiyoruz bu arada. Sanırım sekiz saat sürecek. Kara yolu için uzun ama başka ulaşım araçlarına göre daha ucuz. Neyime güvenmişim diyorum şimdi düşündükçe, büyük cesaret. Hafızama kazımak istediğim bir yolculuk. Şehirden uzaklaştıkça kar görünüyor. Dağlardan tepelerden aşıyor, ormanların köylerin içinden geçiyoruz. Ağzım açık izliyorum, çocukluğumun Artvin yolculuklarına benziyor bazen, bazen bildiğim hiçbir şeye benzemiyor. Kar çoğaldıkça nolur bu yolda başımıza bir şey gelmesin duası ediyorum. O sırada bir yolcu uykusuna teslim oluyorum.
Uyandığımda karlı köylerin bittiğini, yanımız sıra haşmetli, büyük bir nehrin aktığını görüyorum. Uyku sersemi elim ayağım dolanıyor. Otobüsün dar koridorunda diğer tarafta, ellili yaşlarda, masmavi gözlü çok yakışıklı bir beyefendi oturuyor. Ona soruyorum tüm heyecanımla; –Is it Drina? –Yes.
Derin bir soluk alıyorum, yüzüme bir gülümseme yayılıyor. Uykum açılıyor, keyfim yerine geliyor. Yakamadığımız, yıkamadığız, yönünü suyunu değiştiremediğimiz için galiba, nehirlerin tarihe tanıklığı şehirlerden daha fazla gelir bana hep. Drina. İvo Andriç’in Drinası. Sokollu’nun, koca Osmanlı sadrazamı Sokollu Mehmet paşa’nın Drinası. Baktıkça, düşündükçe tüylerim ürperiyor.
Karşıda Sırp toprakları, belli ki müslüman kasabalar, minareler var, arada sınır geçişi olarak kullanılan bir köprü… Yolun buradan sonrası Bosnanın o dönemeçleri yollarına kıyasla dümdüz ilerliyor. Sıkılmaya başlamışken, hala gelmedik mi ne uzun yolmuş arkadaş diye isyana yaklaşırken, yüzüncü kez ben burada ne yapıyorum diye kendime sorarken Belgrad’a ulaşıyoruz.
Eşyalarımı toplamaya, çantamı indirmeye çalışırken o yan tarafta oturan boylu poslu, sarışın, mavi gözlü Boşnak beyefendi minik gülücükler atıyor. Çantamı indirmeme yardım ediyor. Böyle bir şey söyleyecekmiş de nasıl söyleyeceğini bilemiyormuş gibi. Otobüs durmak üzereyken kendisine iyi günler dilediğimde kulağıma neredeyse fısıltıyla “ben de müslümanım” diyor büyük bir memnuniyetle ve o da bana iyi dileklerini sunuyor.
Ağzım kulaklarımda otobüsten inip yol arkadaşıma dönüyorum. Onun yüzünde o çok alıştığım “yine ne konuşuyorsun acaba tanımadığımız insanlarla” ifadesi var. Adam diyorum belli ki yol boyunca fısır fısır ettiğim duaları duymuş, ben de müslümanım dedi bana diyorum. Gülüyoruz. Hostele bir buçuk kilometre kadar yol varmış. Yürür müyüz? –Yürürüz.
Yürüyoruz. Saraybosna’da sabahın kör karanlığında başlayan yolculuğumuz Belgrad’da bir sonraki şehir değişikliğine kadar son buluyor.
(devamı var, kim bilir ne zamana)
Bir Cevap Yazın