Rutinleri seviyorum. Aynı saatte uyanmayı, uyanır uyanmaz aynı sırayla aynı işleri yapmayı. Elimde bir bardak suyla evde dolaşıp perdeleri pencereleri açmayı, çiçeklerimle konuşmayı, o gün takacağım küpeleri kurcalamayı, dişlerimi fırçalarken yaıma alacağım kitabı seçmeyi, kahvemi pişirip termosa koymayı… Seviyorum.
Gün içinde her saat için ayrı bir rutinim var aslında. İş yeri, ilk hastalar, öğle yemeği, sonrası, iş çıkışı, akşam yemeği, sonrası. Bu ara mesela iş yerinde yeni bir çardak keşfettim, hanımelileri arasına gizlenmiş, mis gibi kokuyor. Yemeği hızlıca yedikten sonra çayımı yanıma alıp oraya koşuyorum. Günün tüm koşturmacası, hasta gelmiş gelmemiş krizi, sabah biri birini azarlamış, öbürü kavga çıkarmış, bizi şikayet edecekmiş, onun vergileriyle maaş alıyormuşuz… Hepsi uçup gidiyor. Bir çeşit topraklama gibi, kötü enerji, negatif elektrik, stres, sendrom.. Adı her neyse işte, uçuuup gidiyor. Seviyorum.
Bir şeylerin kontrolü benim elimdeyse, mümkün olduğunca tüm değişkenleri keyiften ve keşiften yana çeviriyorum. Akşam yürüyüş mü yapacağım en yeşil yolu seçiyorum kendime. Değişik bir kuş sesi duyduysam kesin durup dinliyorum. Gökyüzünün ışığı güzel mi göründü, bulutlar kendinden pamuk şekere mi dönüşmüş gözlerimi gökten almıyorum. Şu süreçte hele, doğayla ilişkim öyle kök saldı ki, tüm boşluklarımı doğayla doldurup tüm sıkıntılarımda doğaya sığınıyorum. Suya bakıyorum, göğe bakıyorum, toprağa bakıyorum. Gün sonunda kitap aralarına sıkıştırılmış yapraklar, çiçekler; kavanozlara toplanmış karadutlar, göğe bakarken çekilmiş fotograflarla eve dönüyorum.
Islanıyorum bazen ama defalarca tecrübe ettim, erimiyorum. Üşüyorum bazen, evet şimdi biraz korkutucu ama öyle deli divane hasta olmuyorum. Başıma güneş geçecekse şapka alıyorum, yağmur yağacaksa şemsiye, kar yağacaksa kalın bir bere… Mevsimlere dokunmak, doğaya şaşırmak, baktıkça hayran kalmak… Seviyorum.
Elimizde olmayan şeyler için üzülmemeyi öğrenmek gerçekten ciddi bir pratik istiyor. Canınızı sıkan, keyfinizi kaçıran, gününüzü karartan şeyleri ne kadar düşündüğünüz ne kadar önemsediğiniz tamamen sizin elinizde aslında. Hep anlatırım, benim mesela iş yerinden eve dönerken bir sınır çizgim vardır, orayı geçtikten sonra iş yerinde olan hiçbir şeyi düşünmemeye çalışırım. Bazen gerçekten çalışırım, kendi kendime kıza kıza bak yine düşünüyorsun düşünme tamam diye diye çalışırım. Umursamazlık değil bu, ruh sağlığını korumak için geliştirilmiş bir tavır sadece. Zor mu? Zor. İşe yarıyor mu? Kesinlikle.
Şu günlerde de işte kendimi yeni bir zihin pratiğine soktum. Başka insanlara bağlı değişkenlerin beni olumsuz etkilemesini azaltmaya çalışıyorum. Başkasının ağzından çıkan sözler, bazen çıkmayan sözler, kırıcı tavırlar, yanlış anlaşmalar, anlaşamamalar… Zihnimi tüm bu verilere kapatıp mümkünse sadece kendi gerçekliğim içinde bir dinamik oturtmaya, kendi boşluklarımı kendim doldurmaya çalışıyorum; elimde olmayan, bana bağlı olmayan, değiştiremediğim hiçbir şey için, hiç kimse için iç huzurumu bulandırmamak çabası. Kolay bir yolculuk değil zira iş yerinde olanları sallamamaya benzemiyor. Bazen anneni, bazen en kardeşini, bazen en yakın arkadaşını bu gözle görüp değerlendirmek gerekiyor belki. Belki tüm bağları özgür bırakmak, tüm beklentileri sıfırlamak.. Zor.
Ben bu satırları bitirken bir belgesel kanalında zeytin ağaçlarından bahsediliyor. Yıllarca yaşayışlarından ve dünyaya nasıl sımsıkı kök saldıklarından… Bu denk geliş iyi hissettiriyor şu an. durup düğününce kendi durumumla benzer bir yan görüyorum. Şu günlerde dünyanın tüm genelgeçer kuralları kendi içinde bir değişim yaşarken ben de zihnimde bir yerde açılan yeni bir kapı, ruhumu uçuracak yeni bir pencere hissediyorum. Var olmakla ve bağımsız olmakla ilgili, zeytin ağaçlarının direncine ve özgürlüğüne benzer bir yol içimdeki.
Doğaya baktıkça dünyaya kök salmayı, kendi içime baktıkça ise ruhumu serbest bırakmayı öğreniyorum.
Zeytin ağaçları gibi.
Bir Cevap Yazın