Geçen sene bu günleri hatırlıyorum. Korkunç bir telaş içerisindeydim. Bir şeyler okumaktan nefret edecek kadar bir şeyler okumak zorundaydım. Tezimin bitmeyen düzeltmeleri, eksikler, içime sinmeyen bölümler, boyun ağrıları, uykusuz geceler, sabahlar. Nasıl oldu nasıl denk geldi bilmiyorum, bu telaşın içine bir de yurtdışı seyahati sıkıştırmış, bir yandan okulla uğraşırken bir yandan da o seyahatin planlarıyla, vizeleriyle, biletleriyle uğraşmıştım.
Sonra zaman ilerledi. Zaman hep bir şekilde ilerler. Vizem çıktı. Tez bitti. Savunma sınavım başarılı geçti. Sınavdan iki gün sonra apar topar hazırladığım bir çantayla yola çıktım. Uçağın tekerleklerinin yerden havalandığı o ilk an işsiz güçsüz, kaygısız, telaşsız bir şekilde sırtımı koltuğa yasladığımı daha dün gibi hatırlıyorum.
Böyle yalnız yolculuklarım hep hayatımın önemli anlarına denk gelir nedense. Bazen bir kaçış, bazen terk ediş, bazen arayış. Bu seyahatimse tam bir kayboluştu benim için. Haritaları bir yana bırakıp yürüdüm. Hangi müzeyi görmüşüm, ne yemişim ne içmişim umursamadan, bilmediğim tanımadığım sokaklarda saatlerce yürüdüm. Ömrümün en umarsız kayboluşuydu, yol bitmedi, şehirleri öğrenmedim, bir derinliğe bir ferahlığa ulaşmadım ama işte kaybolmam gereken anda kaybolmam gereken yerde olmanın garip tatmini vardı sadece.
Yolculuğumun ikinci durağına, Krakow’a geçerken gecenin bir vakti Budapeşte’den otobüse binmiştim. O gece sevgili Neslican’ın bu dünyayla vedalaştığı geceydi, kulaklığımda kendimi evimde hissettiğim Trt türküleriyle hiç bilmediğim yollarda hiç tanımadığım birinin ölümüne usul usul ağlamıştım. Issız, korkunç, karanlık yollardan geçip soğuk, çok soğuk bir Krakow sabahına ulaşmıştık.
Daracık bir otogar. Hava daha aydınlanmamış bile. Kalacağım hostele o saatte taksiye binip geçmeye korkuyorum. En azından güneş doğana kadar otogarda oyalanayım diyorum. Hava soğuk, yanımdaki üç beş parça kıyafetten en kalın olanları üst üste giyip ayaklarımı valizime uzatıp, pasaportumun cüzdanımın olduğu çantama sıkı sıkı sarılı beklerken uyuyakalıyorum. Üşüdüğümü, acıktığımı, yorulduğumu, korktuğumu hissettiğim ayaküstü bir otogar uykusu işte. Yozgat’tan Kars’a gidecek olsa yine öyle uyur otogarda insan.
Bir ara birinin beni dürttüğünü hissederek uyanıyorum, tepemde ciddi, üniformalı bir polis; sinirli, sabırsız, tabi ki onu asla anlamadığımı bildiği halde kendi dilinde sert sert söylenip duruyor. Uyanamamış gözlerle, ne yanlış yaptığımı idrak etmeye çalışarak, pasaportumu otobüs biletimi falan gösteriyorum. İçimden kıçı kırık otogarınızda iki saat uyuduk diye bu neyin tatavası diye geçirsem de sesimi çıkarmayıp usul usul toplanıyor, çıkıyorum.
Güneş doğmuş, doğmuş ama tek görevi şehri aydınlatmak, yeni günü başlatmak. Yoksa ortalık buz gibi, soğuk rüzgar bıçak gibi kesiyor nefesini insanın. Valizimi hazırlarken son anda çıkardığım kalın kazağımı özlemle anıyorum. Bugünden birkaç on yıl önce yüzlerce Yahudi’nin yanlarına aldıkları tek parça eşyalarıyla toplama kamplarına götürüldükleri o sokaklarda yeni yeni açılan kafeleri doldurmaya başlayan genç öğrenci kalabalığına bakıyorum. Zaman akıyor, şehirler üstlerinde geçen milyarlarca hikayeyi göğsünde, soğuğunda, rüzgarında saklıyor…
Kendime bir kahve, bir sandviç söylüyorum. Kahvaltı ederken kalacağım hostele nasıl gidebileceğime bakıyorum. Yürünür mü? Yürünür…
Bir Cevap Yazın