• OMM’DA MAZİ

    Merhabalar sevgili okurlar. Bir pazartesi yazısıyla daha birlikteyiz. Bugün sizleri yaşadığım şehirde minik bir müze seyahatine çıkaracağım. Evet, sanatla ve güncel sanat haberleriyle ilgili iseniz sanıyorum Eskişehir’in son yıllarda popülerleşen göz bebeği Odunpazarı Modern Müze’yi yani OMM’u duymuşsunuzdur. Şehrin turistik yapısına yeni bir soluk getiren müze açıldığı günden bu yana çok kıymetli sanatçıların eserleriyle oluşturulan çağdaş sanat sergilerine ev sahipliği yapıyor. Sadece Eskişehirlilerin değil şehre dışarıdan gelenlerin de uğrak noktası ve ben de bugün size vakit geçirmeyi çok sevdiğim bu müze ve son sergisi hakkında bir şeyler anlatacağım.

    Odunpazarı Modern Müze 2018 yılında yapımına başlanan ve 2019 yılında açılan bir modern sanat kompleksi. Japon mimar Kengo Kuma’nın eseri olan müze binası ise başlı başına bir sanat eseri. Mimar ve ekibi Eskişehir’de bir süre yaşadıktan sonra Odunpazarı’nın mevcut dokusuna uyumlu olmasına dikkat ederek bu binayı tasarlayıp hayata geçirmişler. Birbirine geçmiş asimetrik tahta kolonlardan oluşan müze binası içten ve dıştan ayrı bir sonsuzluğu simgeliyor adeta. Bina bu kolonlar sayesinde ışık ve gölge geçişleriyle iç mekana ayrı bir atmosfer katıyor ve aynı zamanda tamamen engelliler için uyumlu, ulaşılabilir bir yapı.

    Müzede dönemsel olarak belli temalarda çeşitli sergiler düzenleniyor ve burada ilk günden beri en az müzenin kendisi kadar meşhur olan bambu ustası Tanabe Chikuunsai IV’ün Mekana Özel Yerleştirmesi’nden de bahsetmek gerek. 2022 Haziran ayına kadar sergilenecek olan bu eser doğadaki dört element ve insan figürlerinden esinlenilerek inşa edilmiş ve sanatçının dünya çapındaki çok kıymetli eserlerinden sadece biri. Sanıyorum sadece ülkemizde olması bile büyük şans ve haziran 2022’ye kadar gelip görebilirsiniz.

    Size biraz da Odunpazarı Modern Müze’de şu günlerde sergilenen Maziye Bakma, Mevzu Derin sergisinden bahsetmek istiyorum. Açıkçası bu sergi benim bugüne kadar OMM’da gördüklerimin en iyisiydi. Sanıyorum kendimizden unsurlar bulmak kolay olduğu için ve hepsinden önce mazi denen şey aslında biraz da toplumsal bir kavram olduğu için beni böyle kolay etkiledi. Bugünden geçmişe aidiyet, adaptasyon, değişim, kabul görme kavramları üzerinden bakan sergide aynı zamanda cinsiyet kimlikleri ve kadına şiddet temalarına da ayrıca dikkat çeken eserler mevcut. Toplamda 31 sanatçının eserlerinden meydana gelen sergi bireyin toplumla olan ilişkisini, kimlikler, roller ve alışkanlıklar üzerinden irdeliyor.

    Maziye Bakma, Mevzu Derin sergisinin geneli bir yana burada özellikle bazı eserlerden bahsetmeden geçmek istemiyorum. ilk olarak Sinan Tuncay’ın minyatür sanatının çağdaş yorumuyla ortaya koyduğu Mahrem-i Umumi serisi benim sergideki favorimdi. Türk toplumunda ritüelleştirilmiş evlilik sürecinin aslında mahrem olan detaylarının nasıl kalabalıklara yansıdığını ve bu süreçte kadın ve erkek arasındaki mahremiyet ve kabul görüş farkları ortaya koyan eserler gerçekten çok etkileyiciydi. sanatçı düşünmemizi istediği konuları yansıtırken minyatürü de çok güzel kullanmış.

    Sergide bir diğer çok beğendiğim eserse Kezban Arca Batıbeki’nin Kafes Projeleri 2: Kitsch Oda Projesi-Nereye Kadar oldu. Sanatçı bu eserinde bize çok da estetik olmayan bir sürü unsurun bir araya geldiği bir 90’lar oturma odası gösteriyor. Sosyokültürel çıkarımlar yapmaya uygun bu detaylar aynı zamanda toplumsal hafızanın aslında ne kadar kuvvetli bir olduğunu ve ne küçük nesnelerle dahi tetiklenebileceğini ortaya koyuyor.

    Odunpazarı Modern Müze hakkında kabaca söyleyebileceklerim sanırım bunlardı. Onun dışında daha detaylı bilgiler için müzenin internet sitesi bağlantısını da şuraya bırakıyorum. Şehir dışından gelecekseniz ve bu yazı bir şekilde önünüze düştüyse yorumlarınızı bekler, gelmişken müzenin mağazasına ve kafesine de uğramanızı tavsiye ederim.

    Sevgiler.

    http://undefined

  • AŞIK OLMADAN ÖNCEKİ YİRMİ DÖRT SAAT

    Uyandım. Hayatımın dönüm noktası gibi, muhteşem bir başlangıcın ilk günüymüş gibi değildi asla. Her zamanki gibi bir sabah; soğuk, karanlık, boyun ağrılı. Gece geç yattığım için kendime, bizi kör karanlıklara bıraktıkları için başımızdaki iş bilmezlere, bu kadar soğuk olduğu için kışa ve hepsinin sebebi oymuşcasına en çok da yanımdaki adama söverek, uyandım.

    Leş gibi sigara kokuyor, kokuyoruz. Yastık, saçlarım, ellerim… İçmediğim bir şeye bu kadar maruz kalmak başlarda beni çok öfkelendiriyordu. Geçti sonra. Öfke çünkü bir eylem gerektirir. Madem bu öfkeni eyleme dökmeye cesaretin yok kır dizini otur dedim kendime. O gün bugündür sigara kokuyorum sabahları, gözlerim kuruyor dumandan, etrafı bir sis perdesiyle görüyorum. Kurtulamadığım, yırtıp geçemediğim, ellerimle dağıtamadığım sigara kokan bir perde.

    Kalkıp hazırlanıyorum. Öfkeli uyandığım her sabah olduğu gibi muhteşem kokan duş jelime koşuyorum. O yapay çiçek kokusunu ciğerlerime çeke çeke, ne kadar zararlı olduğunu düşünmemeye çalışarak duş alıyorum. Şampuanlar, kremler, parfümler, diş macunları, yumuşatıcıyla pamuk gibi olmuş çamaşırlar ve çifte kavrulmuş kahvenin sıcak suyla buluşması. Sigara kokusunu unutturacak bildiğim her şeyi sırayla boca ediyorum yani beynime. İyi geliyor. Adımın hakkını veriyor artık sabah. Sigara kokusu hiç yokmuşcasına, hiç var olmamışcasına koşarak çıkıyorum evden.

    Son zamanlarda en sevdiğim oyunlardan biri bu, evden çıkar çıkmaz o ev ve içindeki o sis yokmuş gibi davranmaya, düşünmeye çalışıyorum. Daha doğrusu düşünmemeye… Bitiremediğim ilişkinin omuzlarıma yüklediği yükü, bir daha hiç mutlu olamayacakmışım gibi hissettiren sıkışmışlığımı, her şeye rağmen bu zavallı alışkanlığın konfor alanını ve yeni bir başlangıç için ne kadar zayıf olduğumu düşünmemeye çalışıyorum. Taşı taşın üstüne koyacak, bir minicik adım atacak, kendimi rüzgara bırakacak bile gücüm yok. Olsa belki intihar ederdim, edemiyorum.

    İş yerim tam bir kurtuluş ama bu günlerde. İnsanların bana biraz acıyarak baktıklarını görmüyor değilim tabii ama hak veriyorum onlara. Ben de kendime acıyorum. Ellerinden geldiğince nazik davranıyorlar, gerginlikleri bana yansıtmamaya, hep eğlenceli şeylerden bahsetmeye çalışıyorlar. Hepsine minnettarım bu konuda. Ama çok daha fazlasına ihtiyacım olduğunu bilseler keşke. Arada gelip omzuma dokunduklarında gözlerinin içine bakıyorum barınak köpekleri gibi. Beni evinize alsanıza, söz çok uslu duracağım ve hiç kötü kokmayacağım.

    İkindiye doğru telefonum çalıyor. Uyanmış; günaydın, ne günaydını bu saatte, iyi misin, iyiyim, akşama işin var mı, akşama bir işim yok, kutlama varmış, kutlamama mı varmış, gelir misin, işten geçerim ben, sekizde, oyalanırım biraz, peki sen bilirsin, peki ben bilirim, görüşürüz, görüşeceğiz, görüştük.

    Erkenden gelip yerleşmişler her zamanki mekana. yüz yıllık arkadaşlarımız ve o , dumanlı sabahlarımın köşe taşı. Uyanmış, bir kahveyle on sigara içmiş, yolda poğaçasını yemiş, sonra gelmiştir işte. İş, güç, para, pul kurcalamıyorum artık. Annemlerden kalan otuz yıllık bir dairede yuvarlanıp gidiyoruz. Kira derdi olmayınca bir şekilde yaşamamıza yetiyor benim kazandığım para. Onun hep beklediği bir iş var tabi, gelecek bir para var, arkadaşlarının ayarladığı bir durum var, var oğlu var.

    Dedim ya, arkadaşlarımız yüz yıllık sanki. Üniversitenin ilk yıllarında tanışıp kaynaştık parça parça. Eklenenler, çıkanlar, evlenenler, boşananlar, birbirinden hoşlananlar, birbirine borç takanlar, birbiriyle yatanlar, karılarını aldatanlar, kocalarını aldatanlar, eğlenelim abicimler, yogaya başlıyorumlar, sen biraz kilo mu aldınlar ve oo yolun yarısına geldin artıklar. İyi ki doğdun, iyi ki doğdun. Seneye yine bu barda, yine biralar havada, sigaralar parmakta. Hepinizi köpek gibi seviyorum ve hepinizden nefret ediyorum, hepinizle birlikte kendimden de nefret ediyorum. Çok sigara kokuyorum, çok sigara kokuyorsun. Çok sigara kokuyorsunuz.

    Aç karnıma içtiğim biralar midemi ayrı beynimi uyuşturmuşken hava almak için bir beş dakika dışarı çıkıyorum telefon bahanesiyle. Ben çıkarken yanımdan bir koku geçiyor, yürüyen, hareket eden, kendine ait bir hacmi olan, bugüne kadar sigaraya hiç dokunmamış bir bebek gibi, hiç gitmediğim yağmur ormanları gibi, okyanusların dibindeki yosun bahçeleri gibi bir koku. Önemsememeye, unutmaya, hiç koklamamışım gibi davranmaya çalışıyorum ama yok olmuyor.

    Kapı önünde birkaç dakika ancak oyalanıp koşar adım içeri giriyorum. Kalabalık evet, dışarıdan girince iyice loşlaşmış, duman altı, gürültülü uğultulu bir kalabalıkta bir koku arıyorum istemsizce. Yüzler, suretler, mimikler, saçlar, eller, omuzlar. Ait olduğum masaya doğru ilerken o gün neden mükemmel bir güne uyanmış gibi hissetmem gerektiğini anlıyorum bir anda.

    Hiç görmediğim ama yüz yıldır tanıdığım biri, dünyadaki tüm gerçek güzel kokuları kendinde toplamışcasına, bir insan ne kadar az bulanık olabilirse o kadar az bulanık bir şekilde duruyor karşımda, iki masa uzağımda. Yanımızda insanlar var, ait olduğumuz, sorumlu olduğumuz, yıllardır tanıdığımız, yıllarımızı harcadığımız, daha bu sabah yanında uyandığımız, az önce mutlu yaşlar dilediğimiz insanlar. Onun için de öyle. Yanındaki o kabarık saçlı kadın mesela, bir şey söylerken kulağına eğiliyor hep. Bu kulak benim eğilişiyle. Ama hayır, sesini duyuramıyor sanki. Nasıl ki bana artık bu kalabalıkta sadece sigara kokusu ulaşıyorsa o da sanki sadece uğultu duyuyor gibi. Anlamaya, duymaya bile çalışmıyor artık.

    Onu en iyi ben anlıyorum. Ellerine bakışını, gözlerini kaçırışını, yarım gülümseyişlerini, sesini duyuramayınca ısrar etmeyip boşver deyişini, en iyi ben anlıyorum. O akşam orada sadece dört kere göz göze geliyoruz. Saç diplerime kadar hissediyorum aşık olacağımı. Bakmıyorum daha fazla.*

    *Bu hikaye Mahir Ünsal Eriş’in Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde kitabındaki Kadınlar Hep Olmadık Zamanlarda öyküsünden ilhamla yazılmıştır.

    “İçki içmek üzere gittiğim binlerce yerden herhangi bir tanesinde tanımıştım onu, şu beni düşman ateşi gibi ateşe verip kaçanı. Bir başkasının sevgilisiydi, bir başkasının sevgilisi olarak bulunuyordum orada ben de. Saydım, sadece dört kez bakmıştım yüzüne. Aşık olacağım belliydi, bakmadım daha fazla.

  • KAÇIŞ ODASI

    Sevgili Romalılar, uzunca bir süre sonra tekrar merhaba. Bu siteyi kurarken amacım kendimi anlatmak değil yazma eylemi üzerine mevcut pratiğimi geliştirmekti. Yüksek lisans tezimin yazım süreci boyunca bu işin bilgiden bağımsız ayrı bir mesai istediğini görmüş doktoraya kadar yazmaktan soğumamak adına böyle bir site kurmaya karar vermiştim. Hatta o yüzden sırf bir ödev gibi her hafta burada bir şeyler yazayım diye sitenin ismi “pazartesi yazıları”.

    Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Geçtiğimiz koca yıl boyunca buraya sadece altı pazartesi uğramışım. Ne fena. Bu yıl, belki bu zinciri biraz daha kuvvetli tutar, sitenin hakkını veririm umuyorum. O yüzden işte 2022 yılının ilk pazartesi gününden tekrar, bir kere daha merhaba.

    Size ne anlatabilirim? Yeni bir seyahat yazısı mı? Edebiyatla, sinemayla, tarihle ilgili bir şeyler mi? İlişkiler, dostluklar, hayattan beklentiler? Yok hayır, bu sefer birlikte hayal kuralım istiyorum. Evet birlikte bir hayal kuracağız. Bir kaçış hayali, yine. Tamamen bize ait, tertemiz bir anın hayali. Burası bizim yıl içerisinde girip saklanacağımız gizli anımız olacak. En güvende ve en özgür hissettiğimiz, dünyanın koşturmacasından uzak, twitter bildirimlerinin, iş maillerinin, hasta şikayetlerinin olmadığı bize ait özgür bir an.

    Ben bu yıl kendime kaçış anı olarak deniz manzaralı bir oda seçiyorum. Taştan, beyaz boyalı, çiçek kokan apaydınlık bir oda. Pencereler sonsuz göğe ve denize açılıyor. Güneş pırıl pırıl, hava tertemiz. Bembeyaz perdeler rüzgarla uçuştukça deniz odaya doluyor. Belki bir mayıs, belki haziran günü. Odada bembeyaz nevresimli bir yatak var. İşim, gücüm, her şeyim o an orada olmaktan ibaret. Başım sıkıştıkça, huzurum kaçtıkça o odaya sığınıp güneş batana kadar denizi seyrediyorum. Muhakkak zaman şimdikiyle aynı akmıyor, bazen birkaç dakika, bazen koca bir kış uykusuna dönüşüyor bu denizi izlemekler. Kıymetli ve derin bir an.

    Burası tamamen bana, hayal gücüme ait. Siz belki o denizin içinde olmak istersiniz, belki gökyüzünde, belki bir ormanın derinliklerinde, belki çok özlediğiniz bir sevdiğinizin yanında. Önemli olan mantığını anlamak işte, sıkıştın mı hadi buraya kaç en güvenli yer zihnin, seni senden başka kimsenin rahatsız edemeyeceği en korunaklı yer.

    Bu yazıyı belki elli kişi okuyacak, belki yüz. Ama eminim her okuyan kendine bir alan yaratacak. Belki bir süre bu fikri aklında tutacak. Zamanın bükülebilirliğini ve zihnimiz yanımızda olduğu sürece her yere gidebileceğimizi hatırlayacak. Sonra belki silinir okuduklarınızın izleri. Belki ben yine bir ara uğrar, hatırlatırım, kendinizi kötü hissettiğinizde, kalabalıktan sıkıldığınızda kaçabileceğiniz bir mükemmel anınız olduğunu. Hatta sadece sıkışmışkeni huzursuzken değil belki çok mutlu bir zamanda kendinizle başbaşa kalmak için bile kullanabileceğiniz bir yer burası. kapısını, anahtarı, penceresi size ait.

    Ya da belki bu yıl bir gün, bir Haziran gününde o mükemmel anların bir yerinde sizinle karşılaşırız sevgili okur. Beyaz perdeler uçuşur, deniz ışıldar, odalar çiçek kokar. Etrafa attığımız ürkek bakışlar ve bir yerden tanışıyoruz hissi, evet evet. Gerçeklikten uzaklaşmaktan korkmayın, bu dünya siz uyurken yok olan bir dünya belki de.

    Sevgiler.

    İyi yıllar.

  • TRENLE KARS SEYAHATİ

    DOĞU EKSPRESİ NOTLARIM

    Dostlar. Romalılar. Uzun bir aradan sonra bir pazartesi gününde daha sizlerle birlikteyiz. Evet tüm yazı tembellik ederek geçirdim ve burayı çok ihmal ettim. Lakin anlatacak hikayelerim çoğaldı. Üstümdeki ölü toprağını atabilirsem bu ay içinde sizlerle daha sık bir araya gelebilmeyi umuyorum. Ve evet, bu hafta konumuz Doğu Ekspresi. Buyrunuz öyleyse bu bilet bulması imkansız görünen, romantik yolculuğun detaylarına.

    Doğu Ekspresi Ankara’dan kalkıp Kırıkkale, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurumdan sonra Karsa ulaşan kıymetli bir tren hattımız. Geçtiğimiz yıllarda özellikle kış mevsiminde Karsa yapılan turistik gezilerle birlikte Doğu Ekspresinin adını çokça duymaya başladık. Hatta öyle ki bir yerden sonra ipin ucu kaçtı. Bütün instagram fenomenleri, bloggerlar ve vloggerlar akın akın Doğu Ekspresiyle Karsa yollandı. Etrafımız trende gaz ocağında mıhlama pişirenlerden tutun da şarap kadehli, romantik ışıklarla, mumlarla dolu fotoğraflarla kuşatıldı. Yalan yok tam da bu dönemde soğudum ben trenden. Yıllarca, daha insanlar nereden nereye gittiğini bile bilmiyorken heveslendiğim bu macera fenomen terörü yüzünden yaşamadan uzaklaştığım bir şeye dönüşmüştü.

    Ta ki bu yaza kadar. Ben Artvin doğumluyum, ailem yazları Artvinde yaşıyor. Genelde her sene birkaç hafta onların yanına tatile gidiyorum. Bu yıl da yine bu geleneksel Artvin programını yaptık kardeşimle, ama nasıl gideceğimize karar veremiyoruz. Uçaklar korkunç pahalı otobüsse korona partisi gibi bir şey olacak. O sırada tesadüfen pandemi yüzünden aylardır durdurulan Doğu Ekspresi seferlerinin yeniden başladığını öğrendik ve bir cesaret Karsa kadar trenle gidip oradan Artvine geçmeye karar verdik.

    25 saat sürmesi vaad edilen yolculuk sanıyorum tan 28 saat sürdü. Tıngır mıngır dağlardan, ovalardan, nehir kenarlarından giderek akşamın dokuz buçuk, onunda Karsa ulaştık.

    Yolculuğun son saatlerinde her ne kadar söylenmelerimle kardeşimi bunaltmış olsam da konfor alanımın sınırlarını zorlayan keyifli bir tecrübeydi. Tabi ben turistik sezon dışında tamamen seyahat amaçlı kullandığım için tecrübelerim ve beklentilerim turistik seyahatlerle ne kadar örtüşür bilemiyorum. Ama yine de hazır sezonu yaklaşıyorken sizlere kabaca bir Doğu Ekspresi seyahat rehberi hazırladım. Burada yazılanlardan farklı olarak bir sorunuz olursa instagram hesabım üzerinden (@fototerapist) bana ulaşabilirsiniz.

    Şimdi öncelikle bu işe kesinlikle karar verdiyseniz telefonunuza tcdd nin bilet satış uygulaması olan eybis’i kurmanızı tavsiye ederim. Eybis uygulamasını kurduktan sonra biletleri sadece gidiş ya da gidiş dönüş şeklinde seçip Ankara Gar kalkışlı ve Kars varışlı olacak şekilde aratabilirsiniz. Biletler sezondaki talepler doğrultusunda değişmekle birlikte genelde bir ay önceden satışa çıkıyor.

    Doğu ekspresine bilet alırken dikkat etmeniz gereken birkaç şey var. Bir kere kış sezonunda sadece yataklı vagonlardan oluşan ayrı turistik bir Doğu Ekspresi seferi düzenleniyordu geçtiğimiz yıllarda. Bu yıl hala var mı, başladı mı bilmiyorum. O trende vagonlar iki kişilik yataklı kompartmanlardan oluşuyor ve fiyatlar normal Doğu Ekspresine göre çok daha pahalı. Ama tren bazı büyük istasyonlarda bir iki saat molalar vererek ilerliyor ve dediğim gibi amacı turist taşımak.

    Normal Doğu Ekspresi ise pulman ve örtülü kuşetli vagonlardan oluşuyor. Pulman dediği normal otobüs düzeninde 2+1 gittiğiniz bir vagon. Vagonlarda umumi tuvaletler var ve trende gidip bir şeyler yiyip içebileceğiniz bir yemekli vagon var. Benim seyahat ettiğim temmuz ayında henüz yemekli vagonun işletme ihalesi tamamlanmadığı için yemek servisi yoktu. Sadece basit büfe yiyecekleri, bisküvi, simit, sallama çay falan vardı. İhale tamamlandığında trende ısıtılacak şekilde sıcak yemek de oluyormuş. tabi eskiden neler neler oluyormuş da işte, oralar ayrı mevzu.

    Pulman dışında diğer seçeneğinizse benim de seyahat ettiğim örtülü kuşetli vagonlar. Bu vagonlarda 4’er kişilik ayrı oda gibi kompartmanlar var. Karşılıklı ikişer koltuk ve bir küçük masadan oluşuyor ve koltuklar istediğinizde ikişer ranza şeklinde dört yatağa dönüşüyor. Hah işte bu bölüm arkadaşlarınızla, sevgilinizle eşinizle gidebileceğiniz romantik minnoş bölüm. Ancak bilet bulmanın bazı püf noktaları var. Biz kız kardeşimle iki kişi seyahat ederken kompartmandaki diğer iki bileti de satın almıştık böylece o alan tamamen bize ait olmuştu. Bunu yapabilmek için başta bilet alınacak kişi sayısını dört olarak seçebilirsiniz. Sistem bir kişinin iki bilet almasına izin veriyor. Kendi adınızı, tc kimlik no, hes kodu gibi bilgilerinizi iki kere girerek kendinize iki bilet satın alabilirsiniz. Böylece kompartmanı tanımadığınız biriyle paylaşmak zorunda kalmazsınız ki bu pandemi ortamında öyle dar bir alanda tanımadığınız biriyle seyahat etmek çok konforsuz olur sanıyorum.

    Bİlet konusunda özetle, örtülü kuşetliyi takip ediyoruz. Kişi sayısını daha fazla girebiliyoruz ama bir kişiye üç bilet almak için izin veriyor mu bunu bilmiyorum. Örtülü kuşetlide bazen sonradan talebe göre yeni vagon eklemesi yapabiliyorlar bu arada. Baktınız trende yer yok görünüyor, kontrol etmeye devam edin. Seyahat tarihine bir hafta kala falan trene bir vagon daha ekleyip yer çoğaltabiliyorlar.

    Bir de malum artık kadın erkek yan yana pulmanda bile seyahat edemiyorken bu trende karşı cinsten biriyle, sevgilinizle, arkadaşınızla seyahat etmek istediğinizde cinsiyet kısmını nasıl halledersiniz bilmiyorum. Örneğin sistem erkek de olsanız cinsiyetinizi kadın olarak işaretleyip o kompartmanda birlikte bilet alabilmenize izin verir ama bilet kontrolünde sıkıntı çıkarırlar mı inanın hiçbir fikrim yok.

    Bilet kısmını hallettiyseniz size trenden bahsedeyim. Dediğim gibi örtülü kuşetli size ait bir oda gibi. Kapısı kilitleniyor. İçerinin aydınlatması sizin kontrolünüzde, istediğinizde ışıkları söndürebilirsiniz. Az açılabilen bir penceresi var. Gün ışığından rahatsız olursanız kapatabileceğiniz bir perdesi var. Odanın ışıtma soğutma sistemi genelde iyi çalışıyor. Oda sıcaklığını sabitlediğinizde ihtiyaca göre kalorifer ya da klima devreye giriyor ve o sıcaklığı koruyor.

    Odada ayrıca bir elektrik prizi var. Yanınıza alacağınız bir uzatma kablosuyla elektrik kaynağınızı çoğaltabilirsiniz, hatta bunu yapmanız şart bence. Trene ilk bindiğinizde bilet kontrolünden sonra size odanın genel kurallarıyla ilgili bilgi veriliyor görevli memurlar tarafından. Sonra da uyurken kullanabilesiniz diye yastık, nevresim, çarşaf ve yastık kılıfından oluşan bir yatak seti dağıtılıyor. Belki kışın battaniye de veriyorlardır, bilmiyorum. Odanız genel olarak böyle. Dediğim gibi koltuklar bir sistemle karşılıklı yatak haline geliyor. İki tane de üstte ranzaya dönüşen asma yataklar var. Koltukların altında da valizleriniz için gayet kullanışlı bir alan var. Oda iki kişi için ideal büyüklükte ama ben asla tanımadığım biriyle o kadar uzun yolda öyle bir odada olamam mesela.

    Gelelim genel yaşam fonksiyonlarımız için gerekli şeylere. Her vagonda ikişer tuvalet var. Bu iş tamamen şansınıza kalmış arkadaşlar. O gün o treni kullanan insanların medeniyet seviyesine göre değişiyor tuvaletlerin, lavaboların temizliği. Ben görevlilerin tuvalet temizlediğine hiç denk gelmedim. Ama yalan olmasın şimdi tuvaletlerde su, sabun, tuvalet kağıdı ve havlu kağıt hep vardı. Onun dışında biz kendi kişisel hijyen önlemlerimizle bu 25 saati sorunsuz ve trenden nefret

    etmeyecek kadar ideal bir konforla atlatmayı başarmıştık. Hazır yeri gelmişken yanınızda kesinlikle havlu kağıt, tuvalet kağıdı, ıslak mendil ve sabun olsun. Biz ayrıca domestosun spres yüzey temizleyicisinden almıştık ve tuvaleti her kullanmak zorunda kaldığımızda onunla sıfırdan temizlemiştik.

    Bir diğer hayati ihtiyaç da yemek. Yemeyi sadece acıkınca ihtiyaç duyacağınız bir şey olarak düşünmemelisiniz kesinlikle. Yol çok uzun çünkü, internet, telefon çok iyi çekmediği için sıkıldıkça bir şeyler atıştırmak istiyor insan. Bu konuda size tavsiyem elinizi korkak alıştırmayın. Hele ki gideceğiniz dönemde trende yemekli vagon hala normale dönmemişse neredeyse 5 öğünlük yemeğinizi ayarlamış olmanız lazım. Burada da oda sıcaklığında kaldığında bozulmayacak, kabından akıp odayı kirletmeyecek yiyecekler seçebilirsiniz. Bir valla kekinden sarmasına baya donanımlıydık ona rağmen bir yerden sonra yiyeceklerimizi tamamen tükettik. Ve su, içme suyu, trende yemekli vagonda su satılıyor ama ben yine de yanınıza beş litrelik bir su almanızı tavsiye ederim.

    Bu arada ben o Erzurum gara cağ kebabı söyleme olayına kalkışmadım ama trende erzuruma gelmeden bir istasyonda birisi dolaşıp sipariş alıyor evet.

    Bir de bizim yolculuğumuzun konforunu en çok artıran şey şu dandik türk kahvesi yapma makineleri var ya, oydu. Evet trende ısıtıcı kullanmanız yasak ama görevlilere yakalanmadığınız sürece. Görevliler de toplamda üç kere falan ancak uğruyorlar odanıza. Yani genel olarak çayımız kahvemiz vardı. Sallama çay, granül kahve, ekmek, kahvaltılıklar, atıştırmalıklar ve su, bunlar gerçekten unutmamanız gereken şeyler.

    Şimdi şöyle bir göz gezdirince geriye söylenecek çok bir şey kalmadığını görüyorum. Tabletinize telefonunuza bol bol film dizi indirin. Yanınıza kitaplar dergiler alın. Dediğim gibi trende internet yok ve telefon da genel olarak çok konforsuz çekiyor. Onun dışında gece uyku konforunuz için kendinize yastık getirebilirsiniz bir de trenin içinde dolaşırken ayakkabıyla çok zor oluyor, sürekli giymek çıkarmak gerekiyor. O yüzden terliklerinizi unutmamanızı tavsiye eder, iyi yolculuklar dilerim.

  • Hikayenin Hikayesi: Girasole

    -Bugün yine bir kaçış hikayesi anlatasım var sana. Hani geçenlerde bir tane anlatmıştım, çok beğenmiştin. İşini gücünü bir anda bırakıp arabaya atlayıp kaçan bir kadının hikayesiydi, hatırladın mı? İş yerine ben ayrılıyorum bile dememişti, öylece toplanmış, binmiş arabaya gitmişti. Sahilde küçük bir kasabada, taştan bir otele sığınmıştı. İşte tam da öyle bir hikaye kurmak istiyorum yine. Ama bir yerde tıkanıyor artık bu kaçış hikayelerim. Bil bakalım nerede? Evet, doğru cevap; sonunda, sonunda tıkanıyorlar artık. Kadın, erkek her kimse işte karakter hep bir şekilde kaçıyor, bazı problemleri geride bırakıyor, sıkışmışlık hissinden kurtulacağı bir alan yaratıyor kendine ve buraya kadar her şey güzel ilerliyor. Kurguyu güzel işliyorum, inandırıcılığını da duygusallığını dozunda ilerletiyorum. Fazla drama bulaşmadan, herkesin kendinden bir şeyler bulacağı gerçeklikte şeyler, anlıyor musun? Ama sonuna gelince tıkanıyor artık her şey. Karakter kaçıyor, kurtuluyor, ferahlıyor ve ertesi güne uyanıyor. Ee, sonra? Olayın yazmakla, öyküyle, teknikle alakası yok, istesem bir kulağından tutar yine bağlarım hikayeyi ama çok içselleştiriyorum sanırım. Mantıklı bir kaçış olsun istiyorum, sonu güzel bitsin istiyorum, karakteri yerinden yurdundan ettiğime değsin istiyorum. Nasıl olacak, okura bırakmadan nasıl içime sinen bir son yazarım sence böyle bir hikayeye?

    -Zor soru. Hatırlıyorum o bahsettiğin hikayeyi evet. Kadın odasının balkonundan otelin arka bahçesindeki restorana bakıyor, insanları izliyordu. Kendi dahil olamasa da gözünün önünde keyifle gülüşen birilerinin olması iyi geliyordu, değil mi? Haklısın ama, böyle bir hikayede sonunu okura bırakmak istemediğinde klişeye bulaşmadan bir yol çizmek zor. Neden biliyor musun? Çünkü bu hikayelerde karakter hep geri döner, hep geri dönmeye ikna edilir, direncinin kırıldığı ilk anda telefonu çalar ve bir bakmışsın ertesi gün tekrar yollarda. Gerçek hayatta da böyledir, böyle büyük kaçışların sonunda ya ölürüz ya geri döneriz. Gülme, ciddiyim. Hayır hayır bunu karakteri öldür diye söylemiyorum. Ve hayır tabii ki yeni birine aşık olmasın bir günde. Ne yapsın? İntihar etmeyecekse ve aşık olmayacaksa ve içmeyecekse? Mecbur geri dönecek.

    – Ah hayır yapma lütfen. Tamam farkındayım, seni bu noktaya biraz da ben getirdim ama öyle yoğun duyguları yönetemem, roman değil öykü yazıyoruz nihayetinde. Ne yapalım biliyor musun? Karakteri mutfakta yemek pişiren sevimli gençle arkadaş edelim. Yirmilerinin başında, kıpır kıpır, enerjik ve köksüz bir genç adam; üstelik çok yetenekli, çok hevesli, çok hırslı. Onun enerjisi karakterimize iyi gelsin. Onun, mesela bir İtalyan kasabasında açmak istediği restoranın hayallerini dinlesin. Arada birlikte mutfağa girip bir şeyler pişirsinler, akşamları da denize karşı uzun uzun sohbetler etsinler. Olur mu, ne dersin?

    -Oo, olur tabi ya, şahane olur hem de. Sevdim o genç adamı. Kadından neredeyse on yaş küçük olsun ama. Biz çünkü hayata atılmış, dışarıdan bakınca artık başarılı bir yetişkin profili çizen bir kadın karakter yaratmıştık. Bu noktada genç adamı hem romantik bir etkileşimden uzaklaştırmak lazım hem de enerjisiyle öykümüzü yükseltmesini isteriz. ama esas karakterimizin kim olduğunu da unutmadan. Birkaç ay sonra yurt dışında bir eğitime gidecek olsun mesela. Araya biraz aile problemleri biraz da yemek tarifi serpiştirirsek film senaryosu bile çıkarırız buradan. Peki kadın karakter bu adamı tanıdıktan sonra onun yaşam enerjisinden etkilenmek dışında başka nasıl bir kırılma yaşayacak? nasıl etkilenecek bu adamdan?

    -güzel soru, düşünüyorum. Şöyle yapalım. Bu delikanlı Kasım ayının ilk yağmurlarıyla artık sahil kasabasında yaşayacağı günlerin sonuna gelmiş olsun. O kendisini bekleyen yeni maceralara doğru giderken bizim ana karakteri de bu sefer ne yapacağını ve ne istediğini bilir bir halde geldiği şehre yollayalım. Buraya biraz zaman geçişleri ekleriz ve boşlukları okura bırakırız. Kadın gitsin, oradaki işlerini ilişkilerini kabul edilebilir şekillerde bir nihayete erdirsin, kapatmaktan kaçtığı kapıları kapatsın ve bu sefer daha iyi bir valiz hazırlasın. Hazır mısın? Finale geçiyorum.

    – Hazırım bayan romantik, anlat bakalım.

    – Birkaç yaz sonrasında, İtaya’nın sahil kasabalarından birinde, minik sevimli bir restorandayız. Masalar açık alanda, hava sıcacık, güneş batışa geçmiş, ışıklar şimdiden yanmış ve ortalık yavaş yavaş dolmaya başlamış. Kalabalık bir arkadaş grubumuz var bu akşam, eğlenceli, genç insanlar. Etraflarına da neşe saçıyorlar. Onların sıcak enerjisi restorandaki kadınların yanık omuzlarına, uçuşan eteklerine karışıyor. Garsonlar ufak ufak siparişleri almaya başlıyor, güneşin gözden kaybolmasına belki son on dakika. Bu arada restoranın adı Akdeniz’in bir başka sahilindeki minik bir otelden geliyor; otelin adı Günebakan’dı, restoranın adı “Girasole” –ki kendisi öykümüzün de adı olur-.

    Ve evet, güneş öyle muazzam bir manzara sununca masalardaki sohbetler biraz askıya alınıp başlar ister istemez birkaç dakikalığına gün batımına doğru dönüyor. Tam bu sırada restoranın bahçeye açılan kapısında, elleriyle saçlarını düzelten, boynunda beyaz bir mutfak önlüğü asılı bir kadın beliriyor. Otuzlarının ortasında, saçları kuzgun karası, omuzları güneş yanığı ve yüzünde koca bir gülümseme; o da gün batımını seyrediyor. Güneş ilerideki tepelerin ardında kaybolurken müşteriler de ufak ufak şimdiki zamana dönüyorlar. Hani o az önceki kalabalık arkadaş grubu vardı ya, oradaki en büyük kahkahaları atan bir geç adam işte tam bu sırada başını çevirip kapıdaki o önlüklü, siyah saçlı kadınla göz göze geliyor.

    O mu? Vallahi o.

    bahsi geçen hikaye için; https://www.pazartesiyazilari.com/post/yolun-hi%CC%87kayesi%CC%87

  • japon edebiyatına giriş 101

    Hayata karşı motivasyonumuzun tükendiği şu günlerde kalan yüzde 12’lik yaşam enerjimle bari buradaki yazılarımı ihmal etmeyeyim dedim, kollarımı sıvadım. Herkes iyiyse hoşsa mayıs ayının ilk pazartesisi sizlere biraz Japon edebiyatından bahsetmek isterim. Okuyacak ortalama 13 kişiye şimdiden selamlar, sevgiler.

    Öncelikle bu malumatları tamamen kendi kişisel okumalarım neticesinde derlediğimi ve yorumlarımın fazlasıyla şahsi olduğunu beyan ederim. Amacım yazar ya da millet yermek, yüceltmek değil; -gerekirse onu da yaparız 3 Mayıs Türkçülük Gününüz kutlu olsun- ben şöyle edebiyat dünyanıza ufak bir çeşni katmak, yeni bir alan açmak için buradayım. Zira ben de bu alanla onuncu Murakami kitabımı okuduktan sonra “ya hu ben neden başka Japon yazar tanımıyorum ya hepsi böyle güzelse” farkındalığıyla ilgilenmeye başladım.

    Yani evet, bu yazıda konuşacağımız ilk yazar Haruki Murakami bebeğimiz. Ama yazarları tek tek konuşmadan önce genel olarak Japon edebiyatı, Japon kültürü hakkında garip bir tespitimi sizlerle paylaşmak istiyorum; geleneksel Japon aile yapısı bize, Türk ailesine fazlasıyla benziyor arkadaşlar. Bu benzerliği ilk Kazuo Ishiguro’nun Uzak Tepeler kitabında hissetmiştim. Kadın karakter ve onun kayınpederiyle olan ilişkisi resmen geleneksel Türk ailesinin bir kopyası gibiydi. Bizde nasıl anaya ataya hürmet adı altında oluşmuş bir saygı geleneği varsa Japon aile yapısında da bu var. Garip bir benzerlik doğrusu. Okumalarım devam ettikçe başka kitaplarda başka yazarlarda da bu hissi pekiştirecek bölümlere rastladım. Biraz da bu benzerliği yakaladıktan sonra edebiyata yansıyan sosyal hayatın izini sürebilmek için başka yazarlar da okumak istedim. Şimdi size biraz bu okumalardan bahsetmek istiyorum.

    Yukarıda da söylediğim gibi, Japon edebiyatı diyorsak popüler kültüre saygıyı bir borç bilip ilk Haruki Murakami’den bahsetmek lazım. Okuduğum on küsür kitabından sonra Murakami benim için içine girip kapıyı kapatabildiğim ayrı bir dünyanın yaratıcısı. Hem betimlemeleri, hem duygu geçişleri o kadar kuvvetli ki okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor, hikayenin içinden çıkamıyorsunuz. Bugüne kadar hiç okumamış olanlar için başlangıçta İmkansızın Şarkısı’nı tavsiye ederim. Murakami size Japonya içinde adım adım örülmüş bir modern zaman hikayesi sunacaktır.

    Popüler kültüre adağımızı adadıktan sonra gelelim asıl edebiyata 🙂 Yekten söyleyeyim, benim bu listede edebiyatını en kuvvetli bulduğum yazar 2017 Nobel Edebiyat ödüllü Kazuo Ishiguro oldu. Romanlarında bireylerin duygu, düşünce derinliğini öne çıkardığını, okurla bu bireysel hisler üzerinden bağ kurduğunu söylemek mümkün.

    Özellikle Dünden Kalanlar romanında aşka hiç dokunmadan aşkı anlatışından etkilenmemek elde değil. Beni Asla Bırakma’da ise yazar rahatsız edici bir gerçeklikle kurduğu distopyasında sizi yine duygudan duyguya sürüklüyor. Azıcık sert bir edebiyat arayışında olanlar için her iki romanı da tavsiye ederim, mümkünse gece yarısından sonra ve en fazla bir iki oturuşta bitirilmeleri suretiyle.

    Sıradaki yazarımız yine bireyselliği ön planda tuttuğu, hafif gerilimli romanlarıyla Kobo Abe. Yazarla tanıştığım kitap olan Kumların Kadını ise bu listede adını büyük harflerle yazmak istediğim ilk roman. Ne diyebilirim ki, zamanın ve mekanın içine sıkışmak hissini veren başka metinler de okudum ama hiçbirinde gözlerime, derime, saç diplerime kum tanelerinin dolduğunu hissetmedim.

    Kumların Kadını kesinlikle bu yazıyı okuyacak herkesin tanışması gereken bir eser.

    Şimdi bahsedeceğim iki eser ise sadece kişisel değil toplumsal olarak da bazı meseleleri kurcalayan eserler. İlki yine Nobelli yazarlardan Kenzaburo Oe’nin Kişisel Bir Sorun kitabı, diğeri ise Yukio Mişima’dan Altın Köşk Tapınağı. Oe, Kişisel Bir Sorun’da bize, günümüz dünyasındaki neyi niye yaptığını bilmeyen az olgunlaşmış otuz yaş erkek karakterinin gerilimini anlatırken Mişima eserinde tam tersi erkenden olgunlaşmış bir ufak ruhun kafa karışıklığını sunuyor.

    Biri günümüz Japonyasına ait detaylardan, günlük hayattan; diğeri geleneksel Japon dinlerinden, tapınaklardan bahsediyor. Ben şahsen Kişisel Bir Sorun’daki büyümemiş erkek çocuğuyla muhatap olacağıma Altın Köşk Tapınağındaki büyülü, ruhani havayı tercih ederim. Siz bilirsiniz.

    Ve hala okumaya devam edenler için finalde gayet eğlenceli bir kitabımız var. Tanizaki’den Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi. Adı üstünde ölüme yaklaşmış bir çılgın ihtiyar ve onun saplantı haline getirdiğini geliniyle olan ilişkisinin günlüğüne yansıması. Gülmek ve sinirlenmek garanti .

    Evet efendim. Bu bolca uzayan, görselleri internetten toplama az emekli(!) yazımızın sonuna geldik. Başta da dediğim gibi aslında amacım okuma listenizde yeni bir alan açmak, buradan ekleyeceğiniz bir iki kitapla başka yolculuklara çıkmanızı sağlamak. Çünkü edebiyat böyledir, hiç bitmeyen bir yumağı sarmak gibi, siz çektikçe arkasından ip gelir. Okudukça daha az okuduğunuzu, sardıkça daha ne çok yolunuz olduğunu düşünürsünüz. Mottomuz belli, “ömür kısa kitaplar çok”.

    http://undefined

  • CANIM YENİ YAŞIM

    Bundan otuzdan da çok sene önce karlı bir Artvin sabahında dünyaya gelmişim. İlçede başlayan macera il devlet hastanesine uzanmış, bir takım streslerden sonra 19 yaşında minicik bir annenin minicik kızı olarak, örtüden sepetlerin içinde ahşap bir köy evine getirilmişim. Hava soğukmuş, annem küçükmüş, ufacıkmış, babam da bizimle değilmiş üstelik. Gerçi olsa neye yarayacak bezimi değiştirip sütümü mü ısıtacak? Bazen çok üşenirdim gecenin bir vakti uyanıp seninle ilgilenmeye der annem. Hiç kıyamam. Şimdilerde lohusa depresyonu falan diyorlar ya hani; laf… Karlı kışlı bir köyde, eşinin ailesinin evinde, bir sürü işin gücün arasında, bir yandan bana bakarken görüyorum o ufacık annemi, içim gidiyor. Gidip sarılasım, sırtını okşayasım, ayaklarını öpesim geliyor. sağolsun, ömrü uzun olsun.

    Gerisi sıkıcı şeyler. Büyüyorsun, düşüyorsun, kalkıyorsun, okuyorsun, yazıyorsun, korkuyorsun, yaşıyorsun işte. Geçen yıl otuzuncu yaşıma girerken hayata karşı çok pozitif, çok motiveydim. Çok güzel şeylerin eşiğinde hissediyordum kendimi, öyle bir coşku, öyle bir neşe. Bok gibi şeyler oldu affedersiniz. Pandemi nedir ya hu, sesli dile getirince hala saçma geliyor. Küresel bir salgın başlayacak, çok bulaşıcı olacak, kime ne yapacağı belli olmayacak ve bütün dünya evlere kapanıp birbirimizden korkar bir hale geleceğiz. Ne senaryo ama. Ahir ömrümde bunu da mı görecekmişim dedirtecek cinsten, korkunç şeyler. Haberiniz vardı gerçi değil mi, siz de oradaydınız. Hep birlikte bir balonun içinden geçtik nefeslerimizi tutup, hala da çözülmüş değiliz ve üstelik artık ayaklarımızın altındaki zemin daha kaygan. Yarın biri çıkıp dünyanın çekim kuvveti bozuluyor dese ne kadar şaşırırız ki artık?

    Bu kaosun ortasına düşünce haliyle ne hissedeceğimi ne yapacağımı şaşırdım. İyi şeylerin olacağına inanmaya devam mı edeyim, beni mutlu eden şeylerde çabalamaya, enerjimi yüksek tutmaya devam mı edeyim yoksa her şeyin normale dönmesini mi bekleyeyim ikilemleri… Kendimi, en dip köşelerimi tanıdım bir yandan da. Meğer ben sadece konfor alanımda, güvenli bölgemde mutluymuşum mesela. Azıcık dengeler bozulduğunda yediğimden, içtiğimden, okuduğumdan, yaşadığımdan keyif almıyormuşum. O da işte, konfor alanım yani, en ufak bir rüzgarda yıkılmaya müsait kağıttan bir kulübeymiş.

    Ha sonra ne oldu, gerçekten her şeyin tamamen eskisi gibi olması mümkün mü, mümkünse bu ne kadar sürecek bunu bilen yokmuş meğer; bunu öğrendik. Öyle önümüzdeki haftalar çok kritik diye diye girdiğimiz kapanmalarla, oo yaşasın aşı bulundu heyecanlarıyla çözülmüyormuş pandemi mevzusu. Aslında yapılması gereken baktın iş ciddileşiyor konfor alanının kulübesini daha sağlam bir hale getirmekmiş. Ben işte onu yapmakta çok geç kaldım. Yeri geldi elime kitap alamadım beklemekten. Her şey normale dönsün de o zaman iki katı okurum dedim hevessizliğime kılıf olsun diye. Hayatımın en hiçbir şey yapmadığım yaşıydı bu pandemi yaşım, meğer hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sadece geçen gün ömürden sayılacakmış.

    Bugün bir arkadaşımla doğum günüm sebebiyle telefonda konuşurken yalnız bu ara seni pek iyi görmüyorum dedi. Bu ufaktan “tamam hadi yeteri kadar bekledin, toparlan” demek aslında. Bayılırım böyle silkeleyen arkadaşlara. Birkaç yıl önce yine başka bir arkadaşım ee Burcu neyi bekliyorsun al pasaportunu bi git bakalım ne göreceksin dedi diye Aralık ayında apar topar yurtdışına gitmiştim. Bugün de işte aynı silkelenmeyi hissettim içimde. Sahi artık neyi bekliyorum keyif alarak okumak, seyahat etmek, spor yapmak, doktoraya başlamak için? Dünya üstünde hiç vakanın kalmayacağı o ütopik günü mü? Komikmiş Burcucuğum, peki.

    Geçenlerde beni çok etkileyen bir çizim görmüştüm. İnsanlar hayatının hep geçmiş ihtimallerini düşünüp olmayanlar için hayıflanırlar, halbuki gelecek de aynı şekilde ihtimallerle doludur minvalinde bir çizimdi ve beni çok etkilemişti. Şimdi işte geçmişteki bütün o olan olmayan ihtimallerle dövüşmeyi bırakıp gelecekte olabilecekleri ne kadar kontrol edebiliyorsam o kadar kontrol etmek için gerekli kuvveti hissediyorum kendimde, yeniden. Velhasılı kelam, hoş geldin yeni yaşım.

    Bana getirebileceğin çok kötü şeyleri gördüm, çok daha kötülerinin varlığını hatırladım. Elimdekilerin kıymetinin şükrüyle dolu her bir hücrem, saç diplerime kadar teşekkürlerle iyi ki’lerle başlıyorum sana.

    Ve umarım, ömrüm var ise bir sonraki yıldönümünde seni güzellikle anayım istiyorum. Daha çok şükürle, daha güzel anılarla, sağlıkla sıhhatle esenlikle geç. Kendime daha sağlam, daha geniş ve daha esnek bir konfor alanı inşa edebildiğim bir yıl ol. Bana hayata daha sıkı tutunacağım yeni kökler, göğe uzanacağım yeni dallar, açacağım yeni çiçekler için su ver, toprak ver, ışık ver. Sevgiyle gel.

    iyi ki doğdum.

    http://undefined

  • GEÇMİŞ YOL HİKAYELERİ-3: ÜSKÜP

    Ah benim canım, garibim…

    Bundan birkaç kış önceydi. Henüz dünya bir salgın hastalıkla koca bir yıl evlerine, ülkelerine kapanmanın rüyasını bile görmemişken bir yerden bir yel esmiş, Aralık ayında kalkıp Balkanları gezmeye gitmiştik. Soğuk bir yandan, konforsuz oteller bir yandan; yeni şeyler görmenin heyecanına, “benim burada ne işim var” sorusunun eşlik ettiği bir deli seyahat.

    Saraybosna ve Belgrad’dan sonra son durağımız Üsküp’tü. Artık şehir değiştirmeyeceğimi, bir pasaport kontrolden daha geçmeyeceğimi, buradan eve döneceğimi bilmek, seyahatin buraya kadarki kısmının sorunsuz geçmiş olmasıyla birleşince Üsküp’e zihnen çok rahat iniyorum. Aslında programımızda iner inmez otobüsle Ohrid’e geçmek var ama kafam ne kadar rahatsa fiziken o kadar yorgunum ki Ohrid falan istemiyorum. Hemen o gecelik bir hostel bulup yol arkadaşımı Ohrid’e yollarken ben de merkez kalacağım yere geçmek için otogarda taksi bakınıyorum.

    Üsküp otogarına iner inmez dikkatinizi ilk çeken şey Türkçe konuşan insanlar oluyor. Sanki Avrupa’da bir şehirde değil de Rize’de otogardayız, Türkçe evet ama kulağını dayamazsan pek anlayamıyorsun, işte yine aynı Rize gibi, şive desen var yani. Taksiciler de bizdeki hesap otobüsten ayağını indireni bunaltmaya başlıyorlar bana gel diye. Aralarında sesi daha kısık çıkan 55-60 yaşlarında bir amcayı gözüme kestiriyorum. Hiç yadırgamadan Türkçe konuşup anlaşıyoruz, ayarladığım hosteli biliyor ve tahmin ettiğimden daha ucuz bir rakam söylüyor götürmek için, onu söylerken bile biraz mahcup, sanki misafirinden para almak zorunda kalmış gibi mahcup.

    Taksiye biniyorum, normalde hiç beceremem böyle sohbetleri ama insan ömründe kaç kere Üsküp’te Türk bir taksiciyle seyahat eder ki? Yol boyu ufak ufak konuşuyoruz amcayla, o benim gibi çok turist görmüş ama ben onun gibi birini ilk kez gördüğümden sorular soruyorum istemsizce. Bursa’da çok akrabalar var benim diyor, birkaç kere geldiğini anlatıyor, bir vakitler eski çarşıda çantacılık yaptığını, malı da İstanbul’dan getirttiğini, ama sonra Çin üretimi ürünler çoğalınca tutunamayıp dükkanını kapattığını anlatıyor. Ama hep bir mahcup; üstünde –tarif etmeyi beceremediğimden böyle söylüyorum- ihtiyaç sahibi, gururlu insan mahcubiyeti var resmen. bir yandan da içimden “Burcu Türkiye’de hiç mi muhtaç kimse yok da geldin buralardakine şaşırıyorsun” diyor, çok duygulanmamaya çalışıyorum. Çantamda kalan, birilerine ikram ederim belki diye Türkiyeden yanımda getirdiğim son pestilleri, cevizli sucukları da bu amcaya veriyorum taksiden inerken. Numarasını da almayı unutmuyorum, ne olur ne olmaz ya bir daha Üsküp’e yolum düşerse?

    Ben Üsküp’te, o ilk yarım saatte hissettiğim hüznü geçici sanmıştım, meğer geçireceğim üç gün boyunca, ve hatta yıllar sonra hiç yakamdan düşmeyecekmiş. Üsküp’te şehrin Makedon tarafına neredeyse hiç geçmedim, hiç de merak etmedim. Sabahtan akşama kadar eski çarşının Türk dükkanlarına, minik kafelerine, camilerine, lokantalarına, börekçilerine, tatlıcılarına girdim çıktım. Sabah kahvaltımı su bardağıyla çay getiren yaşlı bir börekçinin, dükkanın camından dışarı bakarken “la ilahe illallah” diye iç geçirişlerini dinleyerek ettim. Türkçe pop müzikleri çalan nargile kafelerde oturdum, camilere namaza giren çıkan insanları seyrettim.

    Üsküp’te son akşamımızda üstümde kalan az biraz Makedon dinarlarını geri euroya çevirmeye üşenip harcamaya çalışırken dükkanını hala neden açık tuttuğunu kendisi de bilmeyen bir kuruyemişçiye girdim. Ufacık bir dükkan, ufacık bir adam, belki altmış yaşında belki seksen. Kocaman çuvalların içinde birkaç çeşit kuruyemiş biraz da şekere bulanmış değişik aburcubularlar satıyor, hani bizim pazarlarda olurdu biz çocukken, yiyince dilimizi boyardı, öyle şekerler. Dükkanın detayları dün gibi aklımda, masal içinden çıkmış gibi kendi havasında bir yer; hatta hiç unutmuyorum yer fıstığının daha miniği bir çeşit fıstık

    vardı bir çuvalda da, adı Kikiriki’ydi. İçimden ya hu ne güzel isim bulmuşsunuz fıstığa deyip gülümsemiştim. O akşam o amcadan cebimdeki paraların ederince bir ufak alışveriş ettim. Türk lirasının hala bir miktar değerli göründüğü üç beş ülkeden biri olduğu için mi, yoksa gerçekten o amca çok fakir olduğu için mi bilmiyorum o alışveriş adamcağızı öyle mutlu etti ki üstünden kaç mevsim geçmiş, ne dükkanı ne Adamcağızın gülümseyişini hala unutamıyorum. Ve hatta bu hikayeyi ne zaman anlatsam, tüm kalbimle sesli sesli Allahım ne olur yolumu o dükkana bir daha düşür diyorum.

    Garip kelimesinin aslı garib, “b” ile; biz şimdi söylemesi zor diye garip diyoruz. Etimolojisi biraz karışık, Arapça “gurbet gelimesinin kökü grb’den türemiştir, gurbette kalan anlamındadır” diyen var; “ta Kutadgu Bilig’de, Atabetül Hakayık’ta yabancı anlamında geçiyor, kökeni Türkçedir” diyen var. Ben tam ilmini vakıf değilim, hangisi doğru bilmiyorum ama gurbetten de türese yabancıdan da garib kelimesinin bendeki en derin anlamı Üsküp’tür. Bir vakitler öyle ağacın dalı, yaprağı gibi de değil ağacın bir kökü iken şimdi kesilmiş, kırılmış bir daha da aşı tutmamış Üsküp. Anadilin hüküm sürdüğü bir ülke hayaliyle geçmişte hapsolmuş, ceplerinde kalanla günü geçirmeye çalışanların memleketi, aslında işte bizim memleket Üsküp.

    Üsküp’e,

    O ağaçtan gelen bir avuç insanın ölülerine ve kalanlarına,

    çektikleri acılara,

    yabancılıklarına,

    garipliklerine,

    bir başınalıklarına,

    ve Vardar’a;

    Rahmet, hürmet ve sevgi ile…

  • YÜZYILLIK YALNIZLIK’I ANLAMAK

    Geçtiğimiz hafta Gabriel Garcia Marquez’in başyapıtı Cien Anos De Soledad –Yüzyıllık Yalnızlık- romanını okudum. Yüz yıl yaşayan büyük anneler, etrafta dolaşan hayaletler, göğe yükselen güzel kadınlar, yıllarca yağan yağmurlar ve domuz kuyruğuyla doğan lanetli bebekler. Açıkçası içinden çıkmak istemediğim etkileyicilikte ve sürükleyicilikte bir büyülü dünyaydı Yüzyıllık Yalnızlık ve ben bu his henüz taze iken hakkında birkaç satır yazmak istediğime engel olamadım.

    Bu yazıyı romanı henüz okumamışken gördüyseniz korkmayın heyecanını kaçıracak kadar gizli bilgi içermiyor. Hatta şanslısınız çünkü size Yüzyıllık Yalnızlık’ı etkili okumak konusunda bazı tavsiyeler vereceğim. Bunların en önceliklisi yanınıza bir not defteri almanız. Zira karakterler o kadar karmaşık ve olay örgüsü öyle hızlı ilerliyor ki kitabın Türkçe baskısının başındaki soy ağacı asla yeterli olmayacak. İkinci tavsiyem ise kitabı fazla uzatmadan, uzun aralar vermeden hızlıca okuyup bitirmeniz. Ardında bıraktığı boşluk duygusu böyle daha kuvvetli hissedilse de kitabı anlamak ve unutmamak için hızlı okumak şart. Zaten olaylar o kadar sürükleyici ve Marquez’in aralara serpiştirdiği aforizmalar öyle etkileyici ki hem meraktan hem edebi zevkten mest olmaktan isteseniz de elinizden bırakamıyorsunuz. Abarttım mı? Abartmayı severim.

    Hakkında onlarca makale yazılmış, dönüp dolaşıp entelektüel ortamlarda laf kendisine gelmiş bir kitap Yüzyıllık Yalnızlık. Adının çarpıcılığı bir yana içerik olarak da insana zaman ve mekan kavramlarını sorgulatıyor. Evet yaşanan olayların bir kısmı gerçeküstü ama bu öyle alelade ve günlük bir dille işlenmiş ki o gerçeküstü motifler sizin romana duyduğunuz güveni değil gerçeğin ne olduğuna duyduğunuz güveni sarsıyor. Bir

    şehrin kurucusu, kafayı simya ile bozmuş kaçık bir ihtiyar öldüğünde neden gökten sarı çiçekler yağmasın ya da güzelliğiyle nam salmış bir genç kadın dünyadan sıkıldığında neden göğe yükselerek kaybolmasın ki derken buluyorsunuz kendinizi. (Evet burası bir miktar spoiler’dı, hadi şimdi bu söylediklerimi unutalım.)

    Marquez’in bu eserde en çok eleştirildiği ilk nokta karakterlerin isminin kuşaktan kuşağa dönüp dönüp tekrar etmesi ise ikincisi de muhakkak Buendiaların hikayesinde karşımıza çıkan akrabalar arası cinsel ilişkiler. Ben açıkçası kitabın başında bu aile hakkındaki akraba ilişkileri sonucu kuyruklu bebekler doğması lanetini gördükten sonra kitabın devamında böyle ilişkilerle karşılaştığıma hiç şaşırmadım. Bu konuda muhakkak ahlak yargıcı edebi üst akılların çeşitli yorumları vardır lakin ben kitabın tamamının zaten bir ahlak savunuculuğu ile değil hatta belki büyük günahları örneklendirmek üzere yazıldığını düşünüyorum.

    Kibri, oburluğu, öfkeyi, kıskançlığı, aç gözlülüğü ve tembelliği Buendialar üzerinden teker teker okuduğumuz bu romanda şehvetin de karşımıza çeşitli kimliklerde çıkmasına şaşırmamak gerek. Hem her zaman söylediğimiz gibi edebiyat ne üreteni ne okuyanı daha ahlaklı, daha akıllı, daha iyi insanlar yapmaz. Ve böylece mevzuyu kendi penceremde kapatayım.

    Yüzyıllık Yalnızlıkla ilgili konuşmamız gereken asıl en önemli konu ise bence zaman kavramını, zamanın doğrusallığını, somutluğunu sorgulayışı olmalı. Marquez kitapta yıllarca bitmeyen yağmurlarla, ölmeyen yaşlanmayan insanlarla belki de zamanın bir algı mevzusu olduğunu ve ölçülebilirliğini irdeliyor. Diğer yandan kuşaklar boyu tekrar eden ve birbirine benzeyen bütün o karakterler bize zamanın doğrusal olmadığın, bir çember içinde kendini tekrar edip durduğunu hatırlatıyor. Hatta sadece birbirine benzeyen karakterler değil Buendiaların evlerinin yıkılıp, yıpranıp, harap olup, kirlenip, böceklerle dolup her defasında yeniden dip bucak temizlenmesi, tamir edilmesi, çiçeklendirilmesi, havalandırılması da bana zamanın döngüselliğini hatırlatan motiflerden biri olmuştu. Öyle ki Ursula sağolsun kötü günlerin, yasların ve savaşların ardından ilk iş evi dip köşe temizlemek gerekliliği sanıyorum bundan sonra benimle yaşayacak.

    Hakkında yüzlerce sayfa metin yazılmış bu eser hakkında benim de eksik kalmayıp söylediklerim bu kadardı. Kendinize bir iyilik yapıp henüz yolunuzu düşürmediyseniz tez zamanda bu büyülü dünya ile tanışmanızı tavsiye ederim. Gerçeklikten kopmak istediğiniz anda size fazlasıyla istediğinizi vereceğini umuyorum.

    Ve sevgili Buendialar; günahkarlar, aşıklar, savaşçılar, bakireler, kıskançlar.

    Dağların ardındaki güzel Macondo şehri.

    Ölümsüzler ve ölümlüler; bütün bu kalabalığa rağmen yalnızlığa mahkum kalan soyu tükenmişler.

    Ve ilminin lanetiyle zamanı iç içe geçirip katmerlendiren, olacakları ve olmuşları bilen gizli kahraman Melquiades.

    Hepinizi sevgiyle selamlıyorum.

    *metindeki görseller çeşitli sanal platformlardan alıntıdır, sanal platform dediğim de google görselleri 🙂

  • NEYSE HÂLİMİZ

    Vizontele Tuba filminde rahmetli Tarık Akan’ın çok sevdiğim bir mektup sahnesi vardır; hani kütüphaneyi yaparlar, her iş biter ama kitap yok. Tarık Akan da kalkar gazeteci bir arkadaşına bir mektup yazar, dostum devlet beni kütüphanesi olmayan bir kasabaya kütüphane memuru olarak gönderdi, biz bir kütüphane yaptık ama hiç kitabımız yok der, bize kitap lazım der, Ankara soğuğunda çekilmiş bir de fotoğraflarını ekler. Arkadaşı da mektubu fotoğrafla birlikte gazetede yayınlar, sonra bir gün çeşitli okullardan, liselerden kamyon kamyon kitap gelir o kasabaya. Kütüphane kitapla dolar, taşar.

    Bu yıl, çok sevdiğim bir arkadaşım doğum gününde kendisine yolladığım kitapları kabul etmeyince yayın evinden beni geri aradılar. Burcu hanım arkadaşınız hediyeleri kabul etmemiş, kitaplar bize geri geldi, biz şimdi bu kitapları ne yapalım, iptal mi edelim dediler. Canım sıkıldı tabi, hediye kabul etmemek büyük olay. Ama şu günlerde yayın evlerinin durumları da malum, almışız bir kere. Yok dedim, iptal etmeyelim. İptal etmeyelim de sizden başka bir adrese göndermenizi istesem olur mu dedim. Sağ olsunlar kabul ettiler. İstanbul’dan Ankara’ya gelip kabul edilmeyince geri dönen o kitapları bu sefer ta Artvin’e, Şavşat İlçe Kütüphanesine gönderdiler benim için. Herhalde ülkenin en çok yol yapan kitapları olmuşlardır bu yıl.

    Bunu şimdi niye anlattım derseniz arkadaşımın muhtemelen durumdan haberi bile yok. Bizim Ankara soğuğunda birlikte çekilmiş eski bir fotoğrafımız da yok. Ama böyle bir hikayemiz var artık. O kütüphanede o kitapları kim kurcalasa ben burada hissedecekmişim gibi geliyor, garip bir mutluluk duyuyorum. Olay sanki bir çeşit ölümsüzlüğe, devamlılığa döndü. Kitapları okuyanlar, kitapları reddedenler, o kitabı oraya ileten kargocular, kim göndermiş bunu diye açan kütüphane memurları, okul çıkışı gelip kurcalayan liseliler, can sıkıntısından tekrar tekrar okuyan emekli öğretmenler… Ben sadece evinin kitaplığına bir iki kitap ekleyecektim, şimdi sınırda bir ilçenin kütüphane memuruna kadar olaya onlarca insan dahil oldu, hoş mu? Hoş valla. Her yeni yaşında bir başka kütüphaneye aynı kitapları göndermek mesela. Mesela bir sonrakini Yozgat Boğazlıyan İlçe Kütüphanesine. Vardır değil mi öyle bir kütüphane? Vardır vardır.

    Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı kitabında yazarla okur arasında oluşan muazzam bir köprüden bahseder. Yazarın kaleme aldığı eserle okurun okuduğu asla aynı şey değildir ve her ikisi de birbirini anlamaya çalışır diye. Yazar yazarken okurun okurken ne düşüneceğini düşünür; okursa okurken yazarın yazarken ne düşündüğünü. Ne muazzam bir boyut. Hiçbir fizik kuramıyla açıklanamaz ama var mı var. Bu kütüphane hikayeleri de olayın başka bir boyutu. Yazarın haberi var mıdır yazdığı bir kitabın böyle bir hikayesinin olduğundan ya da kitabı okuyan biri hissedebilir mi elindeki kitabın asla sadece bir kitap olmadığını?

    Bugün yılın son pazartesisi malum. İnsanlık tarihinin koca 2020 yılını yedik yuttuk. Vedalaşalım mı, hadi vedalaşalım. Tüm genel geçer kurallarımız altüst oldu, değer yargılarımız değişti, güvenli bölgelerimiz yerle bir… Korkuyla terbiye edilmiş yorgun atlar gibiyiz. Takvimde tarihler, rakamlar değişince bir şeyin değişeceğini sanmıyorum gerçi ama, bitti mi bitti. Ölmedik, çok fazla ölüme, acıya, korkuya tanık olduk ve buradayız.

    Zamanın ne olduğunu ve ne yöne değiştiği üzerine kafa yoran insanlara sonsuz saygı duyarım. Bence insanın en büyük varoluşsal sancısı zaman. Değişiyor, dönüşüyor, bükülüyor, kırılıyor. Bazen her şeyi anlamışsın gibi bir aydınlanma geliyor bazen bütün zihnin kapkaranlık oluyor. Şu ahir ömrümde zamana dair en net öğrendiğim ve sıklıkla tekrar ettiğim bilgi şu; iyi ya da kötü, üç vakit önce başka şeyler konuşuyorduk, üç vakit sonra başka şeyler konuşacağız. Hiçbir şey bugünkü gibi kalmayacak ve hissettirmeyecek.

    Ha o üç vaktin ne olduğunu bana sormayın, üç gün mü olur, üç ay mı olur, üç yıl mı bilemem.

    Ama bak orada, bak bak görüyor musun, şuradaki koca dağın üstünde.

    Kanatlarını kocaman açmış, rüzgarda süzülüyor adeta. Ağzında da mektup mu desem, kitap mı desem, tarihin tozlu sayfaları mı desem…

    Gündüz niyetine.